Atasözlerini çok severim. Deyimleri de… Çizgi çizgi, yılların birikmişliği akar alınlarında. Aynasıdır yaşadıkları toplumların. Dillerinin, kültürlerinin en zıpır çocuklarıdır onlar. Ne kravat ne smokin bilirler; ama çok zaman bir derviş gibi kuşanıp öyle çıkarlar sokağa. Lafı fazla uzatın, “al,” derler, “benden yak.” Her biri, bu sebepten, hem zirve hem de kaçış noktasıdır. Özüdür onlar sözün. Olayların, durumların, önünde sonunda vardığı yerdir. Nereden geldikleri kadar nereye gittikleri, nereye götürdükleri de elbette mühim. Kıymetlerini iyi bilmek lazım.
Örneğin, “bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim”… Bundan daha anlamlı bir söz dizimine, üstelik yine aynı anlamı taşıyacak biçimde, hangimiz varabilir? Değme şairin yazabileceği bir dize midir bu? Şiir için bir zamanlar “denizi bir avuç suya sığdırabilme sanatıdır” demiştim; ama öyle anlaşılıyor ki, bu tanımı, deyimler ve atasözleri için kursaydım onların aynı denizi tek bir damlaya sığdırabildiklerinden bahsederdim.
Bir dil işçisi olarak yazılarımda, şiirlerimde onlara yer vermekten de müthiş bir haz duyarım. Her biri için “Türkçemin bana bahşettiği en değerli varlıklardır” diyebilirim. Hatta çoğu zaman, onları oldukları gibi değil de, farklı farklı olgulara, farklı farklı olaylara uyarlayarak kullandığım da söylenebilir. Nasıl mı? Aynı örnekle devam edelim:
“Bana ülkendeki sokak adlarını söyle, sana nasıl bir ülkede yaşadığını söyleyeyim.”
Çünkü bir ülkenin profili, bence en güzel, en doğru biçimde sokaklarının adlarıyla çizilir. Öyle ki bu yargıya kıyas yaparak da varılması mümkündür. Gelişmiş ülkelerdeki cadde, sokak, mahalle tabelalarına isterseniz bir bakın. (Gitmedim, araştırdım.) Çoğunlukla sanatçılarının, bilim insanlarının, tarihî kişiliklerinin adlarını okuyacaksınız. Ama bunu gelişmemiş ülkeler için pek tavsiye etmem. Şehitlerinin ve kolluk kuvvetlerince öldürülmüş sözde hain evlatlarının adlarını okumaktan -eminim ki- kanınız donacaktır.
Bu ölçeği anakentler, iller, ilçeler, hatta ve hatta semtler için de kullanabilirsiniz. Yanılmayacağınızdan hiç şüpheniz olmasın. Çünkü bu durum bende zamanla bir takıntı hâlini aldı ve gözlemlerimi kim bilir kaç mahal üzerinde gerçekleştirdim, şu an için hesaplayamıyorum. Elimde olmamacasına, gittiğim her yeri bu şekilde tanımaya çalışan ben, işin kötü(!) yanı, bu hastalıktan kurtulmak da istemiyorum.
Yine birgün, bu türden bir algıyla Kadıköy sokaklarını adımlarken bir tuhaflık, bir uyumsuzluk çarptı gözüme. Duraladım. Çok şaşırdım. Unutulmuş olamazdı. Bilerek yapılması da ihtimallerim dışında. “Acaba” diye diye geçip gittim önünden. Ama yok, merak ettim ya bir kere, gerisin geri döndüm ve uzun uzun seyrettim bu manzarayı.
Niçin böyle yapmışlardı?
Aynı ilçede Cemal Süreya’nın evi Cemal Süreya Sokak’tayken, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın evi Fazıl Hüsnü Dağlarca Sokak’tayken; Barış Manço’nun müzeye dönüştürülen o güzelim evi neden Barış Manço Sokak’ta değildi? O civarda böyle bir sokak niçin yoktu ya da bahsini ettiğim sokak, adını neden bir Osmanlı paşasından almıştı?
Bir nedeni olmalıydı bunun!
1967 yılının sonları… Cemal Süreya, dergisi Papirüs’ün Ocak 1968 tarihli sayısı için bir başyazı kaleme alır. Yazısı “Tevfik Fikret Üstüne”dir; ama o, aynı yazı içerisinde hem şair hem de aydın kimliğiyle yer yer Batı kültürüne, yer yer Türk edebiyatına ve daha farklı konulara da değinir. Kendisi için belki küçük; ama edebiyat tarihçileri için büyük bir adım olacak bu yazısında, ilginçliği kadar güzel de bir tespitte bulunur:
“Tanzimat ve Servet-i Fünun döneminde (…) şair ve yazarlarımızın daha çok Batı’nın üçüncü, dördüncü sınıf yazarlarına, raslansal bir şekilde, bağlandıklarını görüyoruz. (…) Tanzimat döneminde dilimize çevrilen yazarların adları bu konuda yeterince bir aydınlık sağlar:”
Süreya, bu tespitinin ardından, “Tanzimat döneminde dilimize çevrilen üçüncü, dördüncü sınıf yazarlar” için ilk örneğini “Fenelon”la verir; ne var, onun “Daniel Defoe” ve “A. Dumas Pere”le devam eden bu örnekleminde “Fenelon”u ilk sıraya yazmasındaki esas amacı, hiç şüphesiz, tarihteki bir ilki işaret etmektir. Nitekim Fenelon’un “Les Aventures de Telemaque” adlı eseri, dilimize çevrilen ilk romandır.
Yazınımıza, Sultan Abdülaziz döneminde sadrazamlığa kadar yükselecek bir devlet adamı tarafından (bilinenin aksine Fransızca aslından değil, Arapça tercümesinden) kazandırılan bu 18. yüzyıl eserinin ”Tercüme-i Telemak” adıyla ülkemiz sınırları içerisinde yayımlanması ise ta 19. yüzyıla, 1862 yılına rastlar.
Türk okurunun Batılı roman türüne bir hayli geciktiği bu buluşmanın yirminci yılında, yani takvim yaprakları 1882’yi solarken, başta İstanbul halkı olmak üzere, bütün ülke, “Üsküdar’da kırk yataklı bir hastanenin açılacağı” haberiyle müjdelenir. Kulaktan kulağa hızla yayılan bu haber, bunca yıl hacılardan hocalardan medet uman, aslına bakılırsa ummak zorunda bırakılmış; ama çareyi tılsımlardan, tükürüklerden, hurma dallarından bir şekilde bulamayacağına inanmış yüzlerce, binlerce hastaya da umut olur. Açılış günü gelip çattığında, soluğu Üsküdar’da, hastane bahçesinde alan hasta ve davetlilerin gözüne ise, ilk olarak, girişte asılı duran kitabedeki Arapça şu cümle ilişir:
“Fihi şifâun lin nâs”.
Yani, “onda insanlar için sağlık vardır”.
Nahl sûresi 69. ayetten alıntılanan bu cümlenin bir hastane duvarına asılması, din ile bilimi birbirinden ayrı tutan ve onların bir araya gelmelerini Allah’a şirk koşmak belleyen bazı gerici kimselerce fena karşılansa da, halk, hiçbirine itibar etmez. Nitekim sunulan hizmetler için hiç kimseden tek bir kuruşun bile alınmadığı bu hastane, muska değil, şifa dağıttığını, çok kısa sürede bütün ülkeye ispatlayıvermiştir.
İlk zamanlar Nuh Kuyusu adıyla tanınan bu hastanenin tabelasında, yıllar sonra hayırsever, evli bir çiftin adları okunur.
Eşlerden biri, Zeynep Hanım… Mısır Valiliği yapmış Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın kızı ve aynı zamanda Türk sinemasının o ölümsüz yapıtına ilham veren Tosun Paşa’nın kız kardeşi… Diğeri ise, hem Türk edebiyatının ilk çeviri romanı olan Tercüme-i Telemak’ın kapağına hem de eşiyle birlikte Nahl sûreli hastanenin tabelasına adını yazdıran ve beni Barış Manço Müzesi’nin bulunduğu sokaktan ta buralara sürükleyen o “Osmanlı paşası”ndan, Yusuf Kamil Paşa’dan başkası değildir!
Hastanenin adı mı?
Elbette ki “Zeynep Kamil”!..
Cemal Süreya’nın evi Cemal Süreya Sokak’tayken, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın evi Fazıl Hüsnü Dağlarca Sokak’tayken; Barış Manço’nun müzeye dönüştürülen o güzelim evinin Yusuf Kamil Paşa Sokak’ta oluşuna meğer hiç de şaşırmamak gerekirmiş.
Çünkü yine Süreya’ya dönersek ustanın tabiriyle “milyonluk köyler arasında dolaşan bir saz şairi” olan Barış Manço, 2 Ocak 1943’te, Üsküdar’da, Zeynep Kamil Hastanesi’nde dünyaya gelir!
“Güz yağmurlarıyla bir gün göçüp gitmesinden” tam elli altı yıl önce…
“Niçin böyle yapmışlardı?”
“Zeynep Kamil Hastanesi tarafından anne Rikkat Manço’ya ve bebek Barış Manço’ya verilen 2 Ocak 1943 tarihli kol bantları.”