Dünya gözüyle gördüğüm ilk meşhurdur kendileri (“Meşhur” tabii, ya! O yıllarda “ünlü” lafı pek edilmezdi.) Bu yönüyle bile yeri apayrıdır bende. Çocuktum, küçücüktüm henüz. İki yanımda annem ve babam, akşam yürüyüşü yapıyorduk memleketimin deniz kenarında. Çatalzeytin’in, o ilk evimin… Bugünden zorlayınca, bir anda elimi sıkıp “Baksana, bak, kim geliyor!” diye fısıldadığını hatırlıyorum babamın. Ardından beni yanına kadar götürüp “Tanıdın mı bu amcayı?” diye sorduğunu. Ama, yok, çıkaramıyorum.
“Çıkaramadım,” diyemiyorum tabii o anda. Buna ne dağarcığım ne de cüretim yetiyor. Onun yerine babamın bir bacağının arkasına saklanıp oradan gizli gizli seyretmeye başlıyorum bu amcayı. “Kim bu yahu? Gerçekten amcam filan mı yoksa?” Neyse ki çok geçmeden cevaplayıveriyor kafamın içini allak bullak eden bu bir çift soruyu, düşünceli babam: “Hababam Sınıfı var ya hani, izliyoruz beraber, oradaki o gülen çocuk bu amca işte, hani ‘Hah-hahah-hah-hah-hahah-hah!’ diye kahkaha atan.”
Babamı ilk defa bu kadar komik görüyorum ama bir yandan da canımı sıkıyor bu durum. Gülmüyorum. Öyle ya, koskoca adam gelmiş, durmuş önümde, ayaküstü, uluorta alay ediyor benimle. “Hah hayt, ben yer miyim!” O çocuk bu amcaymış da, falan da, filan da… Yemiyorum da zaten! Onun yerine “Ama,” diyorum bilmiş bilmiş, “o çocuk daha çok çok küçük! Nasıl bu amca olsun ki!” Böylece gediğine oturttuğumu sanırken lafı, nedense bir kez daha alay konusu ediliyorum. Peşi sıra kahkahalar, gülüşler ve iyi akşamlar dilekleri…
Çocuğum ya; epey bir zamanımı alıyor hâliyle, Hababam’larda kahkaha atan o küçük çocuğun gerçekten de o amca olduğunu ve üstelik aynı amcayla Çatalzeytin’den hemşehri olduğumuzu anlamam. Yani bir beş altı yılımı alıyor en azından, o sis perdesinin aralanması ve hatıramın gerçek yüzüyle karşılaşmam. Orta okulu filan buluyorum bu bulanıklık içinde. Sonra biri mi hatırlatıyor bu ayrıntıyı yoksa ben mi araştırıp buluyorum ne, uzun bir zaman sonra o anı sanki daha dün yaşamışçasına gönenmeye başlıyorum birden, “meşhur” birinin tanışı(!) ve hemşehrisi olduğuma. İlerleyen yıllarda gerçekten bir dostu, bir arkadaşı, bir kardeşi olacağımı bilmiyorum tabii o zamanlar.
Ardından, ne hoş ki, bu şansa da erişiyorum fakülteli yıllarımda. Ben büyümüşüm, o yaşlanmış, İstanbul’un çeşitli mekânlarında buluşup hoş sohbetler ediyor, böylece iki gurbetçi kaynaşmış oluyoruz bir bakıma. Hatta bir iki defa sahne bile alıyoruz, kendisinin sinema anılarını konuşmak için. Salonlara girip salonlardan çıkarken, kaldırımlarda yürüyüp bir yerden bir yere giderken, metrolara binip metrolardan inerken insanlar hâlâ yolunu kesiyor onun, sohbetine ayaküstü bile olsa katılmak, o eski günleri “tam insanıyla” yâd edip sevinmek hatta belki de üzülmek, açıkçası duygulanmak istiyor. Ama asıl duygulanan, görüyorum ya, kendisi oluyor her defasında. Bu kadar seviliyor olmanın verdiği mutluluk, üzerinde durup hiç konuşmasa bile, yüzünden okunuyor.
Böyle böyle, hatırı sayılır bir vakti birlikte öldürünce tabii, daha iyi anlıyorum kim olduğunu onun. Bir defa, ekranda göründüğünün aynısı. Hâlâ çocuk değilse bile, çocuk ruhlu bir büyük. Heyecanlı, sevecen, güler yüzlü ve dobra! Ama ekranlara pek yansımayan, yansıdığı kadarının ise üzerinde hiç durulmayan bir yanını daha görüyorum tanıdıkça onu. Duyarlı, dertli ve aydın yanını… Öyle ki, değme milliyetçide rastlayamayacağım bir memleket aşkı buluyorum onda. Şaşırıyorum. Şaşırıyorum çünkü hep bir tip, bir karakter olarak bellemişim onu. Kahkahalar atarken göründüğü o küçücük rollerinin hakkını vermekten başka hiçbir görevi yok sanmışım şu “iki adımlık yerküre”de (Nilgün Marmara’ya selam olsun!). Bacaksız’ı, Apo’yu, Yusuf’u, Mükremin’i, Takoz’u yâd etmekten asıl Tuncay’ı hep yok saymışım. Meğer ne çok yanılmışım!
Gerçekten de, şöyle bir düşünüyorum da çevremi, değme milliyetçide rastlayamayacağım bir memleket aşkı buluyorum onda. Üstelik bu uğurdaki tüm yorgunluğuna ve (nostalji özlemiyle önünü kesen hayranlarını saymazsak) yalnızlığına rağmen… Bir yerde mi oturuyoruz söz gelimi, ya da araşmışız telefonda mı konuşuyoruz, konuyu ne yapıp ediyor, bir yerden mutlaka sorunlarına getiriyor memleketin. Hem öyle yalnızca ulusal gündeme mâl olmuş sorunlarına da değil! Bilmem nerenin bir kıyı beldesindeki yolsuzluktan ya da bilmem nerenin bir dağ köyündeki susuzluktan bile haberdar olmuş, bunları bile dert edinmiş kendine, nasıl çözülebileceklerine dair yaptığı hesaplarını kitaplarını anlatıyor uzun uzun. Özellikle de tarih bilincimizin pek oturmamış olmasından yakınıyor milletçe. Hatta sırf bu yüzden ve yine sırf bir yerden başlamış olmanın isteğiyle, Şerife Bacı’nın hayatını konu edinen bir filme imza atmanın hayalinden söz ediyor sürekli. “Tanınsın, Mertcan kardeşim,” diyor, “tanınsın! Benim memleketimin, benim Kastamonu’mun Şerife Bacı’sı ne diye tanınmasın!”
Niçin saklayayım, kendisinin bu aydın yönüne tanıklık ettikçe yüzünün yerini yavaş yavaş bir şiir almaya başlıyor belleğimde. Ona baktıkça, onunla konuştukça, hep ama hep, Nâzım Hikmet’in o meşhur “Topraktan öğrenip kitapsız bilendir” dizesi çınlıyor kulaklarımda. Büyük şairin “Türk Köylüsü” için düşürdüğü bu dizeyi, nedense en çok ona yakıştırıyorum. Ta Kastamonulardan, Çatalzeytinlerden köylüm olduğu için mi? Hiç sanmam! İhtimal o ki hayat serüvenini az biraz bildiğimden varıyorum bu kanıya. Onun, tıpkı şiirde geçtiği gibi, “topraktan öğrenip kitapsız bilenlerden” biri olduğuna…
Ama ne deniz bilgisi! Bu derinliğin kokusunu alır almaz, hâliyle, ben de, dayanamayıp soru yağmuruna tutuyorum kendisini. “Anlat, abi,” diyorum, “anlat, hatıra çoktur sende!” O da kırmıyor beni tabii, başlıyor her defasında anlatmaya! Kendisinin de mi en çok o hoşuna gidiyor ne, ayakkabı boyacısı bir çocukken Ertem Eğilmez tarafından keşfediliş anını kırk kere de anlatsa kırk birinciyi istetiyor insana. Bundan başka, Adile ablasıyla içtiği beş çaylarından söz ediyor sürekli. Sonra alamıyor hızını, Müjdat Gezen’le olan bir başka hatırasına geçiyor, yorulmak ne bilmeden (Doluluk işte!). Gezen’in yıllar önce bir gün kendisini aradığını ve “Tuncay, yeni bir Hababam Sınıfı koyuyorum sahneye, aramızda olursan yine tam aynı sahnede kahkahanı atmanı istiyoruz,” dediğini; kendisinin ise, Gezen’e, yüreğinden kopup gelen şu yanıtı verdiğini: “O çocuk büyüdü be Müjdat abi!”
Yalnızca bunlar mı? En azından bir bu kadarı da oturduğumuz masalarda kalıyor kırıntı olarak. Yetmişler, seksenler; tiyatrolar, filmler; set günlükleri, set muhabbetleri… Derken, kocaman, anılardan bir albüm bırakıyor hafızamın kucağına. Ben de, fırsat bu fırsat deyip, yıllardır merak ettiğim o soruyu atıyorum en sonunda ortaya: “Abi,” diyorum, “peki, sen eski nesil Hababamlarda da oynadın, yeni nesil Hababamlarda da. Şöyle bir bakınca, insanımız hâla eskilerini seviyor, onları seyrediyor hiç bıkmaksızın. Sebebi ne sence bunun?” O ise unutuyor bir anlığına Tuncay Akça’lığını, tam olarak Kastamonulu, Çatalzeytinli bir Tuncay Akça’ya dönüşüyor karşımda ve hiç düşünmeden “Niye olacak,” diyor, “annenin yaptığı kulaklıyla hanımının yaptığı kulaklı bir olur mu hiç?” Henüz bekarım ama anlıyorum dediğini, bir olmuyor…
Kocaman bir çocuk, haylaz bir adam… Anılardan bir kütüphane ama bir yanıyla da kreş sanki… Ne giyse askılı bir kemer takmış gibi görünüyor dışarıdan. Hem usta hem çırak… Hem hoca hem öğrenci… Hem akıllı hem yaramaz… Oyunculuğunun getirdiği şeyler olabilir mi bütün bunlar? Elbette olabilir. Yeter ki toplamından güzel bir insan çıksın ya, en güzelini çıkarmış Tuncay Akça. En duyarlısını, en içtenini… Yine de, onu, ona en yakın bulduğum şu cümleyle açıklamalı bence: İstanbul merkezli sinema yapbozunun Anadolu parçası! Yokluğu, eminim ki, çok şeyi eksik bırakacak.