Kitaba, sanata, aşka, savaşa, devrime, sadakate, ihanete; ama en çok da, belleksizliğe dair bir roman bu. Neyyire Gül Işık’ın ustalıklı çevirisiyle sadece bir dönem romanı okumakla kalmıyorsunuz. Katman katman ilerleyen, matruşka misali -sürpriz içinde sürpriz bulduğunuz- bir kurguya da şahitlik ediyorsunuz. Okurken, üst düzey bir ilgi istiyor okurundan. Bir kere kopmayagör, tekrar başa sardırıyor zihninizi. Durup durup belleğinizi yoklayacaksınız okurken. Kimdi? Neydi? Neredeydi? Sonra bir yapbozun parçaları birleşecek ve zihninizde o parçalar yerlerine oturacak. Sevgili Okur!
“…belleğinde ne kül ne gurur izi…”
Minaya, Inés, Manuel, Jacinto Solana, Eugenio Utrera, Medina, Mariana, Orlando ve diğerleri… Bütün isimler gerçek ya da bütün isimler hayalî… Fark eder mi? “İnsanlar ve olaylar ancak bir zamanlar gerçek olduklarını anımsamamıza olanak verecek birileri, bir sohbet arkadaşı ya da bir tanık mevcutsa vardırlar. O yüzden o da hep ‘Seven biri için en büyük talihsizlik aşkı yitirmek değil, anısıyla yalnız kalmaktır, kör kalmaktır,’ derdi…”
Upuzun cümleler karşılıyor sizi romanda. “Meydan adını 1936’dan beri kapalı duran kilise ile, koparılmış kolu hâlâ havaya kalkmış çevreyi kutsayan başsız azizden alıyor; ama otomobillerin kırk yılda bir bozduğu gepgeniş dinginliğini veren yapı, konak. Akasyalardan da, çitlerden de daha eski konak; ama dört yüzyıl önce Michalengelo hayranı bir dükün İtalya’dan taşıyıp getirdiği çeşme ev yapıldığı sıralarda çoktan oradaydı; yağmur yağdığında suyu sokağa kusar gibi boca eden yosundan kararmış saçak oluklarıyla kilise de oradaydı elbette.” Dikkat istiyor, çaba istiyor bu cümleler; ancak içine daldığınızda da müthiş bir okuma lezzeti bırakıyor dilimize. “…adımı yabancılaştıran karanlık bir tonlamayla yineliyordu, çağırdığı sanki ben değildim ve bahçenin karanlığında yüzünü iyice göremediği bir başka erkekti ve kalkıp yemek odasına döneceğimiz an, belleğinde ne kül ne gurur izi bırakmaksızın ortadan silinecekti.”
“Belleksizliğin Evlatları”…
Romanın pek çok yerinde karşımıza çıkan bir düğün fotoğrafı, kadının bakışını belleğe sabitler; artık hiçbir güç oradan kazıyamaz. “Siz o dönemi yaşamadınız, belleksiz olmak hakkınızdı, gözlerinizi dünyaya açtığınızda savaş bitmiş, biz hepimiz yıllar önce utunca ve ölüme hüküm giymiş, sürgün edilmiş, toprağa gömülmüş, cezaevlerinde ya da korku alışkanlığında mahpustuk” diyor anlatıcı ses, kitabın bir yerinde. Sözleri “belleksizliğin evlatları”na. Kimlerdir “belleksizliğin evlatları” derken kastedilen?
Fakülte kantininin bir köşesinde yalnız, uyuşmuş gibi duran Minaya, Puerto del Sol zindanından yeni çıkmıştır. Etrafına bakar ve tanımadığı yüzler görür; o yüzler, adlarıyla, kendilerine seçtikleri gelecekle sapasağlamdırlar, dikta rejiminin aralarına saldığı casusların duyarsız varlığına karşı vurdumduymaz bir habersizlik içindedirler. “Belleksizliğin evlatları”, içinde dolaştıkları çamlıkların ve kırmızı tuğla yapıların yerinde bir zamanlar savaş alanı bulunduğundan da habersizdir. Öyle ya onlar savaşı, İspanya iç savaşını yaşamadılar! Ancak tam da Minaya’nın, bunları düşündüğü ve çocukluğunun geçtiği kasabaya dönüp, bir zamanlar yaşamış bir yazarın hayatını araştırıp, yazmaya başlayacağı 1969 yılında diktatör Franco hâlâ işbaşındadır İspanya’da.
Savaş, devrim, dava, aşk, dostluk, aile, ihanet, faşizm, ilişkiler üzerine düşündüren kitap, baba-oğul ilişkileri üzerinde de duruyor. Çocukluğunda babası ile kitaplar arasında kalan Minaya, Jacinto Solana’nın hayatını araştırırken, içimizde babamızın bir gölgesini taşıyıp taşımadığımızı sorduruyor. Arayışı boyunca Solana’nın yazdıklarını, ailenin gerçek yüzlerini, dostlukları, ihanetleri gören Minaya, kasabaya dönerken tasarlamadığı birtakım olayların çözümünün içinde de bulur kendini. Altını çizdiğim satırlardan birinde denildiği gibi, “Önemli olan bir öykünün gerçek ya da yalan olması değil, insanın onu anlatmasını bilmesidir.”
Minaya, Magina kasabasına döner, amcası Manuel’in konağına yerleşir. Hayatını yazmak istediği, bir dönem hem devrimcilerin hem avangart edebiyatın ön saflarında yer alan Jacinto Solana Manuel amcanın en yakın arkadaşıdır. Solana’nın yolu da bu konaktan geçmiştir. Minaya’nın da Solana’nın da kökleri aynı kasabadadır. Kökleri uzaklarda olan ve kendisini seven iki erkeğin, -Manuel amca ve Solana-, belleklerindeki cenneti yani Magina’yı paylaşmak için 22 yıl önce konağa gelen ve alnından yediği bir kurşunla evlendiği gece hayatını kaybeden Mariana’nın bakışı da belleğin başka boyutlarını keşfetmemize yardımcı olur.
“Minaya ancak daha sonra, o notları okuduğu zaman, Manuel’in Solana öldürüldüğü sırada yazmakta olduğu kitaptan geriye tek sayfa kalmadı derken yalan söylediğini anladı. İlk sayfanın başında Ne Mutlu yazıyordu ama bir roman değildi, en azından romana benzemiyordu, 1947 Şubat’ıyla Nisan’ı arasında kaleme alınmış, yer yer on yıl önce geçmiş olayların anılarını içeren bir çeşit günceydi. Solana kimi yerde birinci şahıs olarak yazıyordu, kimi yerlerde de üçüncü şahıs olarak, her şeyi anlatan ve öngören sesini gizlemek ister gibiydi, anlatıya nesnel bir günlük havası vermeyi amaçlamıştı.”
Ne Mutlu, “… bir meydan okuma ya da bir çağrı gibi, çünkü kendilerine bağışlanmış zamanın külüydü artık tükettikleri.” diyor. Sevgili Okur’unu bekliyor. Çevirmen Neyyire Gül Işık’ın ustalıklı çevirisiyle/Türkçe söyleşiyle, her daim hatırlanacak ve unutmaya karşı direnişi güçlendirecek bir kitap.
Ne Mutlu, Antonio Muñoz Molina, Sia Kitap.