Dilin içinde bulunan inceliklerin, objektifin ardına saklanan o puslu görüntülerin, kadim öğretilerden alınan ilhamların, zamanın perdesine asılı kalan ağrıların ve suskunluğa dönüşen acıların muhatabı saydım kendimi; bir okur olarak “Yüzünde Bir Yer”in izini sürmeye çalıştım. “Hızır konuşurken sağ eliyle görünmez bir çekici kavrayıp ‘Yazı eskiden bir oyuntuydu’ dedi, ‘ince uçlu çiviyle açılan yaralardı. Elime çiviyle çekici alır kil tabakaya sözün izini çıkarırdım.’” Oyuntuları, ince uçlu çiviyle açılan o yaraları, kil tabakalara çıkan söz izlerini devşirdim. Hikâyesi, hikâyeme denk geldi, “Yüzünde Bir Yer”e konuk oldum. Konakladığım, kelimelerin o sızılı yanıydı; sancılı-sıtmalı… Ruhları evvelden tanışmış insanların ortak yaz(g)ısıydı. Okuma-yazma serüvenlerininde bir duraktı.
Hakkında çok şey söylenmiş/ yazılmış bir kitap üzerine yeni şeyler söylemek oldukça zor. Ancak Sema Kaygusuz’un “Yüzünde Bir Yer”ine dair birkaç kelâm etmek isterim yine de. “Kolay okunan” bir roman değil, öncelikle bunu belirteyim. Kadim metinler, söylenceler, flaşbekler okura zorlu bir parkurda yürüyormuş hissi verebilir. “Art arda dizilen cümlelerle kalıba kesilen zamanın nabzı hikâyeler sayesinde duyulmaya başlar. Hikâye anlatmak şekil çıkarmaktır zamandan. Bir bakıma yolundan döndürmektir birisini, bir bakıma susturmak…”
“Yüzünde Bir Yer”, bakış’ın/ görme’nin/ dil’in önemini vurgulayan bir roman. Bir yanda incirin, bir yanda Bese’nin, diğer yanda sürgünün ve suskunun kelimelerle yeniden inşası. “Sürgündüler ama sürgün olduklarının farkında değildiler. Hayatta kalmış olmanın derin suçluluğuyla tümüyle suskundular.”
Romanı kurgularken, utanca ve mahremiyete odaklanmış yazar. Zaten, “Utancını biliyorum.” diye başlıyor roman. Utancın nasıl olup “susku”ya dönüştüğüne dair satırların altını çiziyorum: “O kız senin babaannen Bese’ydi. Bese’nin altdudağının altında küçük bir ben vardı. Annesi hep o beninde öperek severdi onu. Şimdiyse koca sülalesinden bir kendisi sağ kalmıştı. Kardeşinin cesedini Munzur Nehri’nde sürüklenirken gördüğünden beri mecbur kalmadıkça kimseyle konuşmuyordu.”
Romanın konusunu bir çırpıda özetleyemem; okurken de klasik anlamda bir “giriş-gelişme-sonuç” beklememek lazım. Üçlü bir sarmal hâlinde kurgulanmış, birbirine teğet geçen hikâyelerden oluşuyor roman. Bese’nin, Eliha’nın, Hızır’ın ve Zülkarneyn’in hikâyeleri bize “tanıdık” geliyor. “Ateşte tütsülenirken dört dilek diledim Hızır’a. Yak beni, dedim, küllerimle tanınmaz olayım. Beni anlamamaya alıştır, illaki bileceğim diye çırpınmayayım. Hamlıktan arındır beni, kavrula kavrula saflaşayım. Başkasının imanıyla sofu olmayayım.”
Sadece birbirine teğet geçen hikâyeler yok; birbiriyle iç içe de geçiyor bazen. Roman, “Tüh” ve “Ah” adlı bölümlere ayrılsa bile, bunlar bir yapbozu tamamlar nitelikte. Anlatıcı dili tekil değil; çoğunlukla “sen” dili kullanılmış, ancak arada “ben” diline de rastlıyoruz. Yazarın deyişiyle “incir lisanıyla” yazılmış bir anlatı bu. Mitolojik unsurlar epeyce yoğun; kıssalar, menkıbeler, söylenceler… “Hayatının bir bölümünde olduğu haliyle kusursuzluğa erişmiş birini biliyorum aslında. Yeryüzünde incir ağacı daha iki bin yaşındayken, Elbruz Dağları’nın eteğinde yaşayan, Hazar Denizi’ne önünü dönmüş Eliha adında bir kadın…”
“Bir Şeye Ad Vermek”…
“Zevraki” (Anlamı hem kayık hem de tahta demekmiş.) adını verdiği incir ve kutsal metinlerdeki yeri de geniş yer tutar romanda. “’İncire ve zeytine andolsun ki’ diye başlıyor Kur’andaki Tîn suresi, ‘biz insanı en güzel biçimde yarattık.’ Allah incir üstüne yemin etmiş yani. Yaradan’ın yarattıklarının adıyla yemin etmiş olması, muhteşem bir dil eğretilemesi.”
“Uzağı ihmal etmeyen yalın bir yaklaşım”a rastlarız “Yüzünde Bir Yer”de. “En çok derinliği görmen hoşuma gidiyor.” der anlatıcı “Gördüğün sahnenin gerisinde kalan gizemi daima kolluyorsun.”
An’ın kare’sini donduran anlatıcı yazarın arada serzenişlerini duyarız. “Denklanşöre bastığın anda, muskat şarabı yaparak geçinen bu yaşlı adamın, zamanın pervasız akışı içinde tükenip yok oluşuna bütün varlığınla dahil olmuş muydun?”, “Her fotoğraf çekişinde dünyayı göründüğü haliyle kabul eden o kölece boyun eğişin sürdükçe, fotoğraf karelerinde Bese’nin izini süremeyeceksin.”
Bese ve Hızır…
Anlatıcının babaannesinin ağzından dökülen her sözcük, onun yüzünde kendine bir mekân kurar. Anlatının zamanında, başka bir uzamda yaşıyor gibidir. Bir yandan masalı deneyimler, bir yandan çok eskiden yaşadığı bir şeyi anımsar.
Orada sırra dönüşmek diye bir şey vardır. İnsanın hiçleşebilme gücünün kaynağına bakar Munzur’a bakarken. Frik Dede ile Munzur arasındaki bağ ışıktan bir iplik gibidir. Nehir bir adama, adam bir nehre dönüşür, henüz hurufatı dizilmemiş bir dilde söyleşerek dinlerler birbirlerini.
Dilini biraz ağulu bulabilirsiniz okurken, ama yetkinliğine laf söyleyemezsiniz! Kelimelerin/ cümlelerin her biri, (üzerinde) düşünülmüş, çalışılmış, süzülmüş, damıtılmış. “Hızır’la aramdaki susku, Bese’den sana kalan sessizlikten, bastırılmış ilenmelerden çok başka, sözcüklerin yeterince sözcük olmadığı, daha doğrusu hiçbir sözcüğün yerini bulamayacağı sözsüz olmadığı, daha doğrusu hiçbir sözcüğün yerini bulamayacağı sözsüz bir uzam, kristal berraklığında dupduru bir derinlikti.”
İyilik/kötülük kavramının da sıklıkla sorgulandığı bir roman “Yüzünde Bir Yer”. Anlatıcı yazarın kurguladığı Hızır karakteri hem iyiliği barındırır içinde hem kötülüğü. Mutlak olan bir iyilik/kötülük yoktur ona göre.
Kendi kendine “sen” diye hitap eden anlatıcı yazar, o “sen” dediğinin yüzünde bir yer edinmek ister hep. Öyle kolay mıdır ki, birinin yüzünde yer edin(ebil)mek? Belki bu yüzden itiraf ettiği şey acıtır içimizi: “Anlamların berisinde kalan buğulu gerçeklikte her şeye uzaktan bakıyoruz.”
“Yüzünde Bir Yer”e, berisinde kalan buğulu gerçekliğe ve s/imgelediği şeylere bakmaya çalıştım. Elimden geldiğince, dilimin döndüğünce… Geriye, “sarsıcı” bir okuma hikâyesi kaldı. Sizi bekliyor!
Ayfer Feriha Nujen yazdı: Sema Kaygusuz Taşkın değil, Coşkulu
Veysel Kobya yazdı: Öz Sağaltım Aracı Olarak Edebiyat: Esir Sözler Kuyusu