Romancı olmaya çok erken yaşta karar verdim, sekiz yaşımda. Bu kararımı belirleyen kitap, sekiz yaşımda okuduğum, Victor Hugo’nun Sefiller adlı anıtsal romanıydı. Sefiller‘i, Jean Valjean’ın acıklı hayatını gözümde yaşlarla okurken, okumanın hazzıyla beraber “anlatmanın” da ne denli büyülü bir iş olduğunu sezmiştim sanki. Babamın kitaplığı bir hazineydi. Nice klasiği ilkokul dönemimde okuma şansına eriştim. Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor adlı romanını okuduktan sonra savaştan, Steinbeck’in Gazap Üzümleri‘ni okuduktan sonraysa kapitalizmden nefret etmiştim, daha çocukken. Biz çocuklara anlatılmayan “büyük meseleler” vardı ve onları yalnızca romanların içinde keşfedebiliyordum. Okuma eylemime karışılmadığı, içime/odama kapanık bir kitap bağımlısı olarak büyüyüşüm annemle babamı rahatsız etmediği ve bu hususta bütünüyle özgür bırakıldığım için -belki de kaçınılmaz bir biçimde- yazar olma yoluna girdim.
Bizim edebiyatımıza dönersek, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, romancılığıma bütünüyle tesir ettiğini belirtmek isterim. Yine üniversite yıllarımda tanıdığım, çok sevdiğim “Yeni Türk Edebiyatı” derslerimizde kitaplarını işlediğimiz canım Tanpınar. Huzur mu daha iyi romandır, yoksa Saatleri Ayarlama Enstitüsü mü, bunun cevabını hâlâ veremem. Belki de vermemek gerekir. Zira Tanpınar’ın her eseri “iyi”dir. Romancılığımızın meşalesini Halid Ziya’dan alıp çok mühim yerlere taşır Tanpınar. “Hepimiz kendi masallarımızın kurbanıyız.” diyen Hayri İrdal, Cemşit Somel gibi “garb ve şark” arasında kalmış Halit Ayarcı… Evet, Saatleri Ayarlama Enstitüsü‘nü sanırım biraz daha fazla seviyorum. Yeni Türk Edebiyatı derslerimizi Prof. Dr. Alev Sınar Uğurlu veriyordu. Onun şahane belâgatini, ele aldığı yazarları ve kitapları âdeta yaşayarak, coşkuyla anlatmasını, o derslerden aldığım muazzam lezzeti çok özlüyorum. Alev Hocama büyük teşekkür borçluyum.
Hemen her yazar gibi, ben de Oğuz Atay’ın müthiş kaleminden etkilendim. Tutunamayanlar‘ın adını ilk romanımda anmadan edemedim. Fakat Atay’ın herhangi bir kurgusal karakterine atıf yapmadan. Şimdi düşünüyorum, Cemşit’in çokkardeşli ailesinde hangi Atay karakteri yer alırdı? Yazarın Korkuyu Beklerken adlı kitabında yer alan Ne Evet Ne Hayır hikâyesindeki M.C. adlı genç, bence. Pek tabii Cemşit onun kadar mizahi bir “tip” değil. Ancak karşılıksız aşktaki ısrarcılığı onu M.C’ye hemen yaklaştırıyor. Onları da kardeş ilan edebilirim.
Godard Makinesi‘ni kimin okumasını istediğimi sorsalar, yanıtım kesinlikle “Orhan Pamuk” olur. Romancılığımı en çok etkileyen yazarlardan biridir, kuşkusuz. 2014 yılında, Kafamda Bir Tuhaflık‘ın Galatasaray’daki imza gününde Pamuk’la tanışmamı, ona “Ben de bir roman yazıyorum.” dedikten sonra sevgili yazarımın tüm içtenliğiyle “Kolay gelsin, çok zor bir iş yapıyorsun.” demesini, ardından, bana elini uzatışını, o eli uzun uzun sıkmamı, tüm bunlar olurken kalbimin delice attığını ömrüm boyunca unutamam. Bana kalırsa, Orhan Pamuk’un Kara Kitap‘ı edebiyatımızın kutsal kitabıdır.
Pamuk’un da en sevdiği romancılardan biri olan Dostoyevski’den söz açmalıyım. Yazarın Suç ve Ceza ve Karamazov Kardeşler gibi en sevilen romanlarını çok sevmekle birlikte, beni en çok vuran romanı Budala‘dır. Dostoyevski’nin bu romanında yarattığı Nastasya Filippovna karakterini kendimle özdeşleştirdiğimden belki, Budala‘yı çok çok severim. Bence, biz yazarların Dostoyevski’ye büyük bir teşekkür borcu var; insan ruhunu bunca ustalıkla anlatmanın nasıl önemli olduğunu kavramamızı sağladığı için.
İnsan ruhundan söz etmişken, beni çok etkileyen Gustave Flaubert’den bahsetmeden edemem. Madame Bovary, bence bir yazarlık dersi olarak okunabilir. Duygusal Eğitim ve Bilirbilmezler de öyle. Flaubert, bir dehaydı. Yazmak için yaratılmış bir deha.
Romancılığımı etkilemiş bir başka yazar ise Oscar Wilde. Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi adlı romanı, başucu kitaplarımdan biridir. Yazarın hikâyelerini de severim. Wilde’ın ayrıca kişiliğini de çok severim. Onun eşcinsel kimliği, ülkesinden bu sebeple kaçmak zorunda kalışı, Paris’te yaşadığı sükseli hayat, çok etkileyici bir konuşmacı oluşu, etrafındakilerce çok sevilmesi… İlerleyen yıllarda yakasına yapışan sefalet ve yoksul bir otel odasında gelen ölüm. Andre Gide, Oscar Wilde’ın ölümünün ardından, yazarın cenazesinde yalnızca yedi kişinin bulunduğunu söyler. “Yazarlarla tanışabileceğimiz bir öteki dünya” varsa eğer, ben Oscar Wilde ile tanışmayı, onun süslü dili ve ihtişamlı cümleleriyle eşsiz kılacağı sohbetini dinlemeyi çok isterim.
İhtişamlı cümlelerden çok hoşlandığım gibi, yasak elmaları okumaktan da büyük haz alırım. Bir kitabın yasaklanması, sansürlenmesi benim ilgimi son derece çekiyor. Toplumla uyuşmamış, topluma ters düşmüş yazarları ve onların kitaplarını seviyorum. Marquis de Sade, bunların başında gelir. Sade’ın cesareti, coşkusu, hayal gücü beni derinden sarmıştı. Yine, ülkesinde uzun süre yasaklı kalan Henry Miller’ın Yengeç Dönencesi adlı romanını pek beğenirim. Ve Nabokov… Nabokov’un edebi dehasına hayranım. Lolita ile beraber, Karanlıkta Kahkaha‘nın da “tehlikeli” bölgelerini çok severim. Ayrıca Lolita‘nın ilk cümlesi, okuduğum tüm romanlar içinde en sevdiğim ilk cümleye sahip: “Lolita, hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi. Günahım, ruhum, Lo-li-ta.” Romanın içine sızan “ateşi”, cinsel hazzın anlatımını değerli buluyorum. İlk romanımda ben de cinselliği anlatmaktan kaçınmadım. Yukarıda adını andığım yazarların etkisinde kaldığımdan olacak, kalemimi özgür bıraktım. Bence bir yazar, toplumun ahlak kurallarına riayet ederek, toplumun ne düşüneceğini hesaplayarak yazmamalı. Edebiyatın başka bir evreni, çok büyülü bir dünyası var. O dünyanın içinde her şey yazılabilir ve yazılmalıdır da. Oscar Wilde’ın çok sevdiğim sözü de bu düşüncemi destekliyor: “Ahlaklı kitaplar veya ahlaksız kitaplar yoktur. İyi kitaplar ve kötü kitaplar vardır.”
“Nasıl bir üne kavuşmak istersiniz?” sorusuna Gustave Flaubert’in verdiği yanıtla yazımı bitireyim:
“Ahlak bozucusunun ününe.”