Eren’le ortak bir noktamız var: O, Isabel ve Henry için bir dünya kuruyor, onları bir öykünün içine koyarak gerçek hale getiriyor; ben de onun, yani genç Eren’in ve gizli gizli hoşlandığı kızın hikayesi etrafında dolanıyorum. Eren’in elinde sadece çizgiler var, imgelemini buradan harekete geçirmek zorunda, yani ona daha çok iş düşüyor. Bense bu açıdan şanslıyım! Önümde sözcükler görüyorum, konuşmalara bakıyorum, mimiklerden ve beden dilinden bir şeyler çıkarabilirim. Her halükârda, Eren’le ortak bir noktamız var: Derinde, daha dipte bir şey. Hayal gücünün ateşleyici özelliği ve kurmacanın katmanlı dünyasında kayboluş. Eren, ormanda Isabel ve Henri‘yi buluşturuyor, onları bir patikadan yürüterek masalsı çizgilerden oluşan bir dünyaya sokuyor, ben de Çay Saati’nin bu iki çocuk-gencini bir Cumartesi günü sinemaya kadar takip ediyorum.
Çay Saati’nin bana verdiği bu duyguyu neye bağlıyorum? Çok basit: Yazarın dili kullanma biçimindeki doğallığa ve rahatlığa. Bir öykünün içinde olduğumu unutuyorum. Kurmaca okuduğumun farkındayım ama bir şekilde bu bilginin bir önemi kalmıyor. Satırların üstünde ilerledikçe metin beni bir yere taşıyor. Birkaç sayfalık bir öyküyle yanı başımda açılan bir kapıdan geçiyorum. Bana kalırsa, Çay Saati yazınsal gücünün bir kısmını içindeki diyalogların başarısından alıyor ve bize güzel bir konuşmanın ufuk açıcı ve iç açıcı etkisini hatırlatıyor. Eren ve arkadaşının kapı önündeki sohbetinde, içerde oturdukları beş dakikaya yayılmış / yazılmış diyaloglardaki etki bu konuşmaların sahiciliğinde saklı. Sahne hızla akıyor, metin burada bana kendini unutturmayı başarıyor. Ceren, Eren’i anlıyor. Eren de bu kıvılcımı hissediyor. Yazar akıcı ve sürprizleri de olan bir diyalog kurarak okuyucuyu oyuna dahil etmeyi başarmış. Herkesin bildiği gerçek: Sıkı bir sohbetin, yaratıcı ve sürükleyici bir diyalogun kişinin bilincini açan, insanı hafifleten bir tarafı vardır. Bazen bir arkadaşımızla yaptığımız birkaç dakikalık konuşma bile ruhumuza iyi gelir. Ve bu tip bir konuşmayı bir kurmaca eserde okumak da benzer bir etki yaratabilir. Bana Çay Saati’nde olan budur.
Hikâyede hiç görünmeyen ama varlığını en çok duyduğum insan da sanki Eren’in annesi oldu. Adı sadece birkaç kez geçiyor, ne var ki ondaki metaneti, ayakta kalma çabasını hissettim, bir insanlık durumu karşısında, durumu çaktırmama gayretini sevdim. Şüpheye yer bırakmayacak evrensel bir gerçek: Bir normalleştirme şansı ve aracı olarak anne figürü!
Eren’le aramızda olduğunu söylediğim ortak nokta, aslında bir noktadan fazlası ve herkesin iç dünyasında çeşitli boyutlarda yer alıyor ve bir noktadan sonra, yaşam sıkıcı ve donuk olduğunda yani, bizi çekimine alıp götürüyor. Hikayeler aramızda, romanlara kapılıyoruz, filmlerde ve dizilerde kayboluyoruz. Tüm bu üretimler bize zamanda ve, daha da önemlisi, zihinde yolculuk yapma imkanı sunuyorlar, bizi zenginleştiriyorlar.
O zaman öykü devam etmeli: Bence Eren ve Ceren’in dünyasında pandemi de yok ve insanlar hafta sonu sinemalara akıyor. Dediğim gibi, ben bu ikisini Cumartesi günü afişlerin oraya kadar takip ediyorum. Acaba hangi filme girecekler?