Geçenlerde İğneada’nın kumsalında yürürken elden geçirilmiş bir tekne gördüm. Plajda. Bomboş plajda. Bir yanında büyük dalgalar halinde kıyıya gelen Karadeniz, bir yanında bakıma alınmış oteller, sahil işletmeleri, parklar. Ve üstünde alabildiğine koyu, alabildiğine gri, alabildiğine yağmur habercisi bir gökyüzü. Yanında durup düşündüm. Bir tekne ne kadar terk edilmişse, bir tekne ne kadar yalnızlığa mahkûm edilmişse ve bu duruma bir tekne ne kadar tepkisiz kalabilirse ben de aynı duygular içindeydim. Terk edilmelere, yalnızlığa itilmeye hiçbir tepki veremeyecek duruma gelmiştim. Buna literatürde alışmak mı deniyor. Öyleyse alışmışım bu duruma. Ne tuhaf değil mi. Bir tekne ve bir insan. İki farklı varlık. Varlıklar kaça ayrılır. İkiye öğretmenim. Canlı varlıklar ve cansız varlıklar. Hayır çocuğum. Bir de canı çıkarılmış varlıklar. Canı çıkarılmış varlıklara bir örnek verir misiniz öğretmenim. Öğretmenim. Duyamıyorum sizi. Öğretmenim, lütfen konuşun benimle. Hayır, canımı çıkarmanıza müsaade etmeyeceğim. Öğretmenim. Öğre- Siz beni canlı mı sandınız a kuzum. Hiçbir yazının yazarı canlı değildir. Yazı canlı değildir. Yazı yazılmıştır ve geride kalmıştır. Eskir. Bazen yeniden gündem olur. Bu canlanma değil, hatırlanmadır.
İğneada’da sezon arası bir dönemdeyim. Zaten burası Karadeniz’e baktığı için sezonu bir-iki ay sürüyor. Ben, biram, gökyüzü. Tekne biraz ötede kaldı. Kulağımda bir Teoman şarkısı. Mırıldansam duyarsınız. Balıklar duyar. Martılar duyar. Kargalar duyar. Kargalar, kargalar, hey. Hayır o şarkı değil. Hani sahilli bir şarkısı. Değil, değil. Ama yalan söylemeyeyim, bu şarkıyı ilk duyduğumda bir vapurda, denizdeydim. Gözlerimin dolması esen sert rüzgârdan değil. Şarkıdan ve canlanan anılardan. Bir insan başka bir insanın yokluğuna alışıyor. İstese de istemese de. Ama duygularına söz geçiremiyor. Şimdi bir kelime söylesem artık doğru tahmin edecek durumdasınız. Burnuma papaz eriği kokusu geliyor. Renkli domatesler görüyorum denize bakınca. Bir serap. Karadeniz’in tuz oranını merak ediyorum konuyla alakalı olarak. Erik ve domates tuzlandığında güzel gidiyor. Ama deniz tuzu değil tabii yediğimiz. Kaya tuzu diyorlar. Bir teknede her zaman tuz bulunur. Bende yok. Öyleyse ben bir tekne değilim. Mırıldansam duyarsınız. Orhan Veli duyar. Sait Faik duyar. Martılar, balıklar duyar. Terk edilmiş bir teknede tuz bulunmaz. Öyleyse ben terk edilmiş bir tekneyim. Papaz eriği ve renkli domatesler bahar aylarında ve bilhassa mayıs sonlarında yendiğinde güzel olur. Teoman’sa, bir vapurda dinlendiğinde akılda kalır.
Alışmak diyorlar yaşamaya.
Yurtdışında yaşayan bir aile dostum. Ailem olmadı benim. Yalan söylüyorum. Yurtdışında yaşayan ailem olmayan bir dostum. Birinin dostum olabilmesi için çok çabalaması gerekir. Yurtdışında yaşayan ailem ve dostum olmayan birinin. Doğrusu budur. Neyse. Her neyse. İşte o kişinin bana bir hediyesi olmuştu. Nereden bulmuşsa bulmuş, yağlı boya bir tablo. Terk edilmiş olduğu çok belli bir tekne. Tıpkı benim gibi. Onu alıp ben de duvara asmıştım. Sabah büyük bir gürültü. Tablo yerde. Geriye kalan ise terk edilmiş teknenin ait olduğu ülke bayrağı. Terk edilmiş tekneler benim ülkemin bayrağını taşır. Gri bir zemin. Papaz eriği yiyen Teoman silueti -bu siluet kırmızıdır-, yanlarında Efes tombul şişe. Üzüntüyle gidip tablonun parçalarını topladım. Ve yurtdışında yaşayan o kişiye, “Bir daha bana hediye alma,” dedim. O kişiden gelen yanıtsa günlerce beni ağlattı. “Neyin değerini bildin ki.”
Yaşamaya yaşamak diyorlar.
Ben henüz eski bir tekne olmaya karar vermeden önce çok güzel bir sevgilim vardı. Bir gün bana, “Eğer bir gün ayrılırsak,” dedi, “beni arayıp sorma. Ayrılmışsak tekrar başlamamalıyız. Bir kere deneyip başarısız olduğun bir ilişkide ikincisinde başarılı olamazsın. Çünkü ilkinde kendin gibisin, ikincisinde kendince doğru, başkası tarafından yanlış olan şeyleri yapmayacaksın ve kendin olmayacaksın. Bana yalan söyleme olur mu. Ve ayrılırsak. Söz mü.” Ona o gün söz vermiştim. Ve bir gün ayrıldık. Ertesi gün ben onu aradım. Telefonumu açtı. Sözümü tutamadım. Sözlerin de bir zamanı vardır. Anlaşmalar gibi. Düşünüyorum da sözün tarihi dolmuştu sanırım. Peki, zamanı dolmuş bir sözü, yerine getirmeyen, söz dinlememiş mi olur. Fikrine çok değer verdiğim kendim, bir bira daha açıp bunu düşünürken uyuyakalır. Ben o zamanlar henüz başka bir ilişkiye başlamadan önce bunun tahlilini yapacak kadar süzme salaktım. Bunu mırıldanmasam da duyarsınız.
Terk edilmiş bir tekneyi alın. Boyayın. Ona önceki yaşamında görmediği şefkati gösterin. Bir tekne şefkat gördüğünde de yüzemiyorsa, o tekne gerçekten bilge bir teknedir. Yurtdışında yaşayan başka bir tanıdığım, köpekbalıklarının teknelerden korkup kaçtığını söylediğinde çok şaşırmıştım. Çünkü bir köpekbalığı en çok balıkçılardan ve çobanlardan korkarmış.
İğneada’nın sakin olduğu bir dönemindeyim. Yol yapılıyormuş. Bu sezon bok gibi geçecek diyorlar. Şehirde kilosu on lira olan sivribiberin burada elli lira olması bundan mıdır. Neyse ki bir bira her yerde aynı fiyata satılıyor. Efes tombul hâlâ diğer biralara taş çıkarıyor. Kapağı değişmeden önce daha iyiydi tabii. Yani yaz boyunca böyle. Deniz ve ben. Kimseler olmadan. Ara sıra tekneyle konuşarak ve hep bira içerek bir sezonu geçireceğiz. Güzel. Bu çok güzel. Yalnızlığı ve kendimi severim. Bu çok güzel. Yalnızlığı severim ama ölmeyi değil. Bir gün silahlı bir çatışmanın ortasında kaldığımda üç şey düşünmüştüm. Birincisi buradan nasıl sağ çıkacağım, ikincisi buradan nasıl yara almadan çıkacağım, üçüncüsü yaşayacak mıyım. Tehlike anında başka bir şey düşünemiyor insan. Oysaki çok kolay canına kıymayı düşünebiliyor. Ya da ölmüş olmayı. İnsan komiktir. Bir terk edilmiş tekneyle kıyaslandığında insan daha çok alay konusu olmalıdır.
Yaşamak alışmaktan diyorlar.
Ben. Şişeleri devirerek yerimden kalkıp tekneye doğru yürüdüm. Arkamda kalan devrilmiş şişelerden birinin içine doldurduğum papaz eriği çekirdekleri kumsala karıştı. Belki bir erik ağacı çıkar. Ben şişeleri devirerek yerimden kalkıp tekneye doğru yürüdüğümde henüz yağmur başlamamıştı. İki kakımlık canı vardı. Tüm kuvvetimle tekneyi denize ittim. Kum o kadar sahiciydi ki yerinden kıpırdamadı. Olsun. Hiçbir şey kolay olmaz. Tekrar denersin. Ve o zaman olur. İşte ben de sevgilime demiştim ki, “Kendimiz olarak yine deneyelim,” sözümü tamamlamadan kahkaha seslerini duydum, “sen kalpsizsin kızım,” deyip kapattım telefonu. Tekneyi denize kavuşturunca atladım içine. Motoru yoktu. Kürek yoktu. Ellerimi kürek gibi kullanırdım ben de. Terk edilmiş bir tekneyi yüzmeye döndüren iki şey vardır: inat ve çaresizlik. Birincisi bende, ikincisi onda vardı. Eski teknem su almıyordu. İğneada Bulgaristan’a yakındır. Ellerimi kürek olarak kullanıp yüzdürmeye alıştığım eski teknemle yurtdışına giderken aklıma şu hikâye geldi. Bir adamın bir kedisi varmış. Kedisi ayın belirli dönemlerinde herif istermiş. Adam kedisinin herif istemesini kendine yediremediğinden evi terk etmiş. Sonra o adamı sokaklarda görenler haline acımış. Kediyi ikna etmeye çalışmışlar. Ama bir kedi her zaman ne isterse onu yapar. İkna olmamış. Bir süre sonra adam eve döndüğünde kedisini herif istemez bulmuş. Sebebini sorduğunda, “Sen giderken kapıyı kapattın ve içeriye bir herif giremedi. Ve ben de herif isteme dönemimi hiçbir şey yapamadan, böyle bekleyerek geçirdim,” demiş. Kumun üzerine bırakılmış ve sorunsuz yüzen tekne bana bu hikâyeyi anımsattı.
İnternet sitemizden en verimli şekilde faydalanabilmeniz ve kullanıcı deneyiminizi geliştirebilmek için Cookie kullanıyoruz. Cookie kullanılmasını tercih etmezseniz tarayıcınızın ayarlarından Cookie’leri silebilir ya da engelleyebilirsiniz. Gizlilik politikamızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.