Yazar Metin Kondel’in gezi yazılarından oluşan anlatı türündeki Hamuçerasa adlı son kitabı Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık’tan yayınlandı. Hamuçerasa’nın içeriği, yazarın yazarlık serüveni ve diğer edebi çalışmaları ile ilgili olarak yazlarla söyleştik.
Serhat Kaya: Neden Hamuçerasa? Yanlış hatırlamıyorsam “hamuçera” yaban çileğinin Karadeniz’deki adıydı.
Metin Kondel: Evet, sevgili Serhat doğru bildin. Hamuçera Karadeniz’deki kayıp çocukluğumuzdan elde avuçta kalmış güzel bir kelime. Yaban çileği demek. Yalnız Rumca kökenli bu yerel kelimenin biraz daha derin geçmişi var. Aslında bileşik bir kelime hamuçerasa. Ve “bu çerez” anlamında. Çocukluğumuzdaki hayal dünyamızın kayıp bir halkası olduğu için bu kitaba Hamuçerasa adını koyma gereği duydum.
Serhat Kaya: Bir hemşehrin olarak şahsen sizi tanıyorum. Ama Edebiyatburada okurları için kısaca kendinizden bahsedebilir misiniz? Metin Kondel kimdir, ona Karadeniz kültürü ile ilgili sekiz eser yazdıran ana itki nedir?
Metin Kondel: Serhat, öncelikle bu röportaj için teşekkür ediyorum. Zira uzun zamandır bana bu soru hiç sorulmayacak gibi bir duyguya kapılmıştım. Bir yazarın ya da edebiyatçının kendisinden bahsetmesi her daim kusurlu bir durumdur. En azından benim için öyledir. Çünkü her yanıyla öznellik içerir. Keşke bu soruyu benim dışımda edebiyatı objektif olarak tartma becerisi olan bir eleştirmene yöneltmiş olsaydınız. Çok daha tatmin edici bir cevap alma ihtimaliniz olurdu.
Karadeniz’in bir sahil kasabasında işçi bir ailenin en büyük çocuğu olarak doğdum. Çocukluğumun bir kısmı Rumca konuşulan bir köyde geçti. Diğer kısmı ise kıyıcı bir Türkçe’nin konuşulduğu yaylalarda geçti. Bu iki dünya arasındaki derin çelişkiler bende hep bir soru işareti olarak kaldı. O taşra kasabasındaki pastoral hayatın içine sonradan gezginci Çingeneler, panayırlar, komik politikacılar, futbol, çay bahçeleri vs. bir sürü şey dâhil oldu. İşte beni yazar olmaya güdüleyen şey ilk etapta görülmeyen Karadeniz’deki unutulmuş bu cümbüştü. Beni yazmaya iten köklü şey sanırım hayatın çelişkilerle dolu o katmanları oldu.
Serhat Kaya: Anlıyorum ama bu edebi cümbüşün keşfedilmesinin dahası var sanıyorum. Belki içinde biraz da tesadüfler var bu serüvenin içinde.
Serhat Kaya: Peki o cesaret daha sonra neye evrildi? Sanırım edebiyatla pek alakası olmayan bir eğitim girdi araya; en azından benim özgeçmişinizden anlayabildiğim bu yönde.
Metin Kondel: Evet, biraz arabesk bir lise eğitimim oldu. Daha doğrusu o dönem ülkede esen arabesk rüzgârdan ben de nasibimi aldım. Lakin okuduğum Of Lisesi’nin edebiyat bölümünü birincilikle bitirdim. İkinci olan arkadaşım ise hukuk okuyup savcı oldu. Böyle olacağını bilseydim birinciliği ona verirdim. (Gülüyor.)
Serhat Kaya: İlginç bir deneyim. Peki lisede edebiyatı dereceyle bitirmiş olmanızın edebiyat adına ürettiğiniz metinlere yapısal olarak bir katkısı oldu mu? Yani sizi daha iyi bir yazar ve gözlemci yaptı mı?
Metin Kondel: Serhat, beni az çok tanırsın, ne edebiyatta ne politikada ne de diğer konularda sözünü esirgeyen biri değilim. Hayatım boyunca oyunu hep kartlarım açık oynadım. Dolayısıyla bu sorunuzun cevabını biraz da zamanın vereceğini düşünüyorum. Ama şu kadarını söylememe müsaade ediniz. 80’li yılların ikinci yarısında Türkiye’de iyi bir lise öğretimi vardı. Her şey son derece ciddiydi. Ve bir lisenin edebiyat bölümünü hakkıyla bitirmiş olmak o zamanlar az bir şey değildi. En azından edebiyatın ne olduğundan ziyade ne olmadığını size hakkıyla öğretiyorlardı. Belki biraz ağır olacak ama edebiyat bugünkü gibi bir lafazanlık, üne şana bulaştırılabilecek bir şey değildi, mahkeme kararı gibi ciddi bir gerekçesi olan nihai bir söz, toplumsal bir eksikliğe dikkat çeken, hayatın bir defosunu onaran en azından buna teşebbüs eden bir şeydi. Şimdilerde edebiyatın o türden bir kaygısı var mı, bundan emin değilim.
Serhat Kaya: Yanlış hatırlamıyorsam üniversitede ekonomi okudunuz ve sonrasında bir süre öğretmenlik de yaptınız. Doğru mu?
Metin Kondel: Evet, Uludağ Üniversitesi’nde çalışma ekonomisi okudum. Aslında ekonomi, para, banka vs. çok haz ettiğim şeyler değildi. Ben daha sivil, daha insanî olan şeylere eğilimi olan biriydim. Ama üniversitede okurken insanın hayatı göğüsleyebilecek bir düşünce sistematiğine sahip olması gerektiğinin farkına vardım. Yani üniversitede onca teoriyi okuyup mezun olunca hayata toy bir delikanlı gibi bakma eşiğini çoktan aşmış oluyorsunuz. Ve bütün o öğretim sürecinden sonra ilgi duyduğunuz alanla ilgili olarak ciddi bir tahkimat yapmanız gerektiğini de öğreniyorsunuz. Sanırım ben İngilizce’ye ve edebiyata yönelerek tam olarak bunu yaptım.
Serhat Kaya: Burada biraz duralım. Ve bu yazarlık serüvenini bir kez daha özetleyelim. Karadeniz’de pastoral bir hayata gömülmüş bir çocukluk; lisede edebiyat bölümü birinciliği, sonrasında üniversitede çalışma ekonomisi ve endüstri ilişkileri eğitimi, İngilizce öğretmenliği ve edebiyat. Doğru mu bu sıralama?
Metin Kondel: Evet, doğru bu saydıklarınız benim benzemezle dolu edebiyat sarmalım. (Gülüyor) Serhatcığım bunun biraz daha ayrıntısı var. İlkokula başlamadan önce okuma yazma biliyordum. İyi resim çizdiğim için resim defterim hep boş olurdu çünkü ya öğretmen resimlerimi seçip panoya asardı ya da hatırını kıramayacağım bir arkadaşıma verirdim o resimleri. Yani içinde yaşadığım coğrafya bana iyi bir gözlem gücü de yüklemişti. Belki bunu diğer yazarların metinlerini okurken fark ettim. Ve bu da o sarmalın bir parçası.
Serhat Kaya: Sonrası?
Metin Kondel: Sonrası şu Serhat. Ekonomi bölümünü bitirince herkes benim de diğerleri gibi hayatın üzerine atılan, tuttuğunu koparan bir yırtıcı olacağımı düşündü. Fena halde yanıldılar çünkü hiç öyle umdukları gibi olmadı. Hayatın insana dayattığı her koşulda soğukkanlı kalmasını bildim. İşte bu yanımla diğer insanlardan ayrıldım. Ve giderek yalnızlaştım. Belki size tuhaf gelecek ama sırf psikologlara para ödememek, cinci hocalara mecbur olmamak, bunalım dönemlerini aşıp kendimi yazıyla tedavi etmek için yazmaya karar verdim. Yani bir sürü faktörün üst üste gelmesiyle yazmaya karar verdim ve oturup yazdım.
Serhat Kaya: Yani siz bir taraftan çocuklara İngilizce öğretirken diğer taraftan deneme, hikâye, roman türünden eserler vermeye başlamıştınız.
Metin Kondel: Evet, tam olarak öyle. Gündüzleri kireçli duvarlara İngilizce anlatıyordum geceleri ise beyaz sayfalara Türkçe yazıyordum. Ve bu çelişkili durum yaklaşık 15 yıl boyunca devam etti.
Serhat Kaya: Yanlış hatırlamıyorsam daha sonra öğretmenliği de bıraktınız? Doğru mu bu?
Metin Kondel: Öğretmenliği sırf kendime olan saygımı kaybetmemek için bıraktım. Yani benim öğretmenliğe başladığım yıllarda çok daha saygın bir meslekti öğretmenlik. Aradan geçen zaman içinde benim için bir hayal kırıklığına dönüştü.
Serhat Kaya: Sonra sadece yazmaya odaklandınız.
Metin Kondel: Hayır, Türkiye’de hayat hiçbir yazara – en azından çoğuna- sadece yazmaya odaklanma şansı vermez. Bu konuda gerçekçi olalım. Hayata karşı birçok şeyi kovalamak birçok şeye reaksiyon vermek zorundasınız. Diğer işleriniz yolunda gider ve hayat sizi bütünüyle yutmazsa yazarsınız. Yani yazarlık dediğimiz şey hayatın sükuta erdirilmiş tarafında yapılabilen bir iştir.
Serhat Kaya: Tekrar Hamuçerasa adlı kitabınıza dönecek olursak, çok kısa olarak biraz bu kitaptan bahsedebilir misin bize?
Metin Kondel: Hamuçerasa son 6 yılda Karadeniz yaylalarında gidip gördüğüm yerlerle ilgili yazdığım 10 farklı hikâyeyi barındırıyor. Aslında tam olarak hikâye de değiller. Derin bir vadinin boşluğunu tarif etmek; dile, Türkçeye, göze takılan şeyleri iddiasız bir şekilde kâğıda dökmek gibi bir sunum. Belki bu metinde bile benim hiçbir zaman iddiasız bir yazar olamayacağım gibi bir durum söz konusudur. Metnin o yönünü bileniyorum; tamamen okurların takdirine kalmış bir mesele. Yani diğer metinlerimle mukayese ettiğimde en iddiasız metnim bu olsa gerek. Diğer metinlerimde yayınevinin editörleri bana şöyle bir not gönderiyorlardı. Tamam iyi bir yazarsınız ama ortada bir sorun var. Ortalama bir okurun sizi keşfetmesi için kulak memesi gibi yumuşak kısa birkaç metin de üretmeniz gerekiyor. İşte o kulak memesi kıvamında yazılmış metinin ismi Hamuçerasa.
Serhat Kaya: Karadeniz bölgesinin eski çağlardan gelen büyük tarihini ustaca kurgu ile okuyucularla buluşturmaya yönelik etkili kitaplarınız var. Bu geniş kapsamlı konu Türk edebiyatında neden hâlâ hak ettiği yeri değeri görmüyor? İnsanımızdan kaynaklı olduğu eleştiriniz var mı yoksa yayınevi cuntası mı var ülkede? Örneğin isminiz Metine Kondéle olsa ve İkizdere de Fransa’nın Rhòne nehri olsa bu kitap o zaman mı okunacak?
Metin Kondel: Sevgili Serhat bu sorunun bendeki cevabı epeyce uzun. Yalnız madem sordunuz sizin için özetlemeye çalışayım. Öncelikle Karadeniz bölgesi Türkiye’de bilinen bir yer değil. Daha doğrusu çeşitli saiklerden dolayı tahammül edilebilen bir yer değil. Karadeniz denilince ortalama bir Türk’ün aklına dört beş kelime, biraz zorlasanız 6-7 kelime gelir. Bunlar, Pontus, Laz, Temel, hamsi, çay ve fındık. Ve maalesef Karadeniz’i Karadeniz’de yaşayanlar da bilmiyor. İşin çok daha ilginç tarafı şudur. Karadeniz kendisine bir ömür tahammül edemeyen hiç kimseye sırlarını vermez. Ben Karadeniz’i hep rakibine top göstermeyen İngiliz futbol takımlarına benzetirim. Siz istediğiniz kadar dalganızı geçin o kendi oyununu oynar. Ve gayet iyi de oynar o oyunu.
Şimdi bu sorunuzun şekilden cevabıydı. Esası ise şudur. Karadeniz adası olan bir deniz değil. Onun için insanlar bu deniz hakkında hayal kuramıyor. Meselâ İstanbul Karadeniz’i hiç sahiplenmez. Onun için bu ülkenin bir kuzeyi yoktur. Doğu Karadeniz hariç Karadenizli olmayı hiç kimse üzerine almaz. Bir yazar için en zor şey bu denli göz ardı edilen bir bölgenin kültürel kodları üzerinden edebiyat üretmektir. Üretmeyi de geçtim bunu ülkeye kabul ettirmek asıl mesele. Meselâ bir önceki yıl Nobel edebiyat ödülü alan Fransız kadın bir yazar vardı; Madam Annie Ernaux. Yazdığı şey kasvetli Fransız taşrasıydı. Dümdüz kuru metinler. Karadeniz’in kayıp fantastik evreninin kıyısına dahi yaklaşamaz. Ama o bir Fransız’dı. Neredeyse azize ilan edildi. Ben daha Karadeniz’in Türkiye’ye ve Türkçeye ait renkli bir evren olduğunu kabul ettiremeden onun adına edebiyat üretiyorum. Zorluğu burada. Onda bilinmeyen tek; bendeki bilinmeyenler bir değil iki hatta üç!
Serhat Kaya: Fransa’nın Napolyon’u varsa Türkiye’nin Temel’i var. Bu konuda Temelyon isimli kitabınızın başlığı adeta bir manifesto olmuş sanki! Karadeniz’i 6-7 kelime, fıkralar ve şive mizahı ile bilmenin sonu nasıl gelecek peki bu ülkede? Sizin Kalandar Çörekleri ve Amazon Rapsodisi kitaplarınız da var. Gelenekler ve tarihe uzanan bu büyük yapıyı edebiyatla buluşturmakla okuyucu yelpazeniz zamanla gelişecektir diye düşünüyorum. Kitaplarınız Netflix e göz kırpıyor olabilir mi?
Metin Kondel: Temelyon üzerinde çok düşünüp planladığım bir çalışma değildi. Benim için edebiyata girişte bir cesaret testiydi. Aslında kendi açımdan bir tür meydan okuma da sayılabilir. Okullarda okuduğumuz şeylerle gerçek hayatta yaşadığımız şeyler arasındaki çelişkiye dönük ciddi bir eleştiriydi Temelyon. Napolyon kadar cesur insanlar bizde de mevcuttu. Ama onların cesareti, hayata meydan okuyuşları neden görünür değildi. Acı Genç Werther’de acıydı. Bizim ninelerimizde ise nedense sadece anestezinin konusuydu. Bizi sözle iyileştirilmiyordu. Esprisi tam olarak buydu.
Bir yazar için sabırla ve ciddiyetle üretmek esastır. Kitaplarımın ilgi görmüyor oluşu esasen benim sorunum değil. Ülkedeki kültür politikasının çarpıklığıyla ya da yayınevlerinin edebiyat ile şarlatanlığı birbirinden ayırt edemiyor olmalarıyla alakalı bir konudur. Maalesef edebiyat günümüzde gerçek evrenden kopmuş kişisel sayıltıları olan insanların vesvesesine dönüştü. Bu trajik bir gerçek. Yani tamamen benim dışımda.
Edebi eserlerin zamanla film endüstrisinde form değiştirerek yeniden yorumlanması da ciddi bir yazarın kafa yoracağı bir mesele değil. Gabriel Garcia Marquez bir söyleşisinde “Ben Yüzyıllık Yalnızlık’ı sinemaya karşı yazdım.” demişti. Haklıydı adam. Sinemanın kamera ve film rulolarıyla yaptığı şeyi biz zaten kalemle ve sözcüklerle yapıyoruz. Ama edebi eserlerimle ilgili gözleminiz gayet yerinde. Kalandar Çörekleri ve Amazon Rapsodisi konusu ve sahip olduğu evren itibarıyla sinemaya yatkın eserler.
Serhat Kaya: Kadim tarihten günümüze gelirsek kitaplarınızda Karadeniz bölgesinde halkın Cumhuriyet Halk Fırkası ile geçmişte uzlaşamadığı noktaları çok çarpıcı hikayelerle aktardığınızı görüyorum. Aynı zamanda Moğolların Uğultusu ile HES’lere karşı yapılmış çok etkili bir söylem gerçekleştiriyorsunuz. Kitaplarınızı, ‘Hayatın kendisi politikadır’ sözü ile özdeşleştirip, okuyucuyu Karadeniz’e bu açıdan da bir bakış açısına mı davet ediyorsunuz?
Metin Kondel: Sorunuz edebiyattan çok sosyolojik bir yanıt gerektiriyor. Roma’da din yeraltına inmişti. Osmanlıda ise şarap yeraltındaydı. Cumhuriyet döneminde ise din ve kutsal kitaplar yeraltına indi. Tarihte yaşanan bu türden kırılmaların halkın belleğinde ciddi bir yeri vardır. Zannedilenin aksine insan hafızası asla unutmaz. İşte benim romanlarımda hikâyelerimde anlattığım konular o hafızadan derlenmiş ve sağlaması yapılmış yaşanmışlıklar. Benim yaptığım sadece o yaşanmışlığı bir edebi forma döküp defolarını gidermek ve fazlalıklarını almaktan ibaretti. Yani bir Arap edibin “Şimdi size güzel bir şey anlatacağım ama bu doğru değil. Tümüyle de yalan değil.” dediği o şey gibi.
Belki “hayatın kendisi politika” değildir, lakin hayatın içinde var olan çoğu şey niteliği itibarıyla politiktir. En üstteki otoritenin tayin ettiği bir şeyin sonucudur. Hayır, hiçbir edebi metnimde insanlara politik bir bakış açısı sunmuyorum. Böyle bir şeye teşebbüs etmek okurun zekâsına saygısızlık olur. Ama şunu yapıyorum. Politik iktidarın, otoritenin hayat ve insan üzerindeki yıkıcı yanını metinlerimde en çarpıcı şekilde gösteriyorum. Bence bu ikisi birbirinden farklı şeyler.
Serhat Kaya: Son çıkan kitabınız Hamuçerasa nedir? Anlamı nedir acaba?
Metin Kondel: Hamuçerasa Doğu Karadeniz’de yaban çileğine verilen isimdir. Çocukluğumuzda “hamuçera” derdik. Çok leziz bir çilek türüdür. İnsana hayal kurduran bir güzelliktir. Ama hamuçera çok olmaz. Toplayıp yemeye doyamazsınız. Hep tadımlıktır. Güzelliği ve lezzeti kadar sizi eksik bırakır. İşte o yarım kalan hayale atıf yapmak için gezi yazılarından oluşan son kitabımın adını Hamuçerasa koydum. Hamu bu demek; çerasa ise çerez, yenilecek şey anlamında. Bir türlü doyamadığımız bir tat bir güzellik yani.
Serhat Kaya: Gezi yazılarınızı andıran daha önce yazdığınız Dinozor Araratus kitabınızı anımsıyorum. Sümela Manastırı Ayini, Rus bandıralı bir gemide yaşanılan macera ve bir araba yolculuğu gibi Jack Londonesk tat veren çok güzel bir kitaptı. Metin Kondel’in örneğin Kafka gibi kitaplarından ‘işte bu onun tarzı’ diyeceğimiz bir imzası var mı?
Metin Kondel: Bence yazarlığın ilk ve en önemli kuralı hiçbir kalıba girmemektir. Yani ben bir yazıya başladığımda benden önce hiç kimse bir şey yazmadı, hatta hiyeroglifler bile icat edilmedi, diye düşünerek yazarım. Onun için ne üslubumu ne yazdığım metinlerin içeriğini hiçbir yazara benzetemem. Zaten edebiyatta bu türden bir mukayese yapmak mantıklı bir şey değildir. Her yazar gökyüzünden düşen farklı motifteki kar taneleri gibi eşsizdir. Kendine hastır. Ama şöyle bir şey hatırlıyorum. Sanırım sosyal medyada yaptığım bir paylaşımdı. Birisi onu aldı ve kendisi yazmış gibi sayfasında paylaştı. Ve sıkı bir okurum daha ilk cümlede bu yazı Metin Kondel’e ait! Kaldırın bunu buradan, dedi. Bazen iyi bir okur bir yazarın gördüğünden çok daha fazlasını görebilir, anlayabilir. Dolayısıyla kendime herhangi bir sınır koymamak için işin bu kısmında körüm.
Serhat Kaya: Rum halkı ile aynı coğrafyada harmanlanmış bir kültür. Kitaplarınızda da Rumca maniler şarkı sözleri var. Rumca Türkçe konuşmalar halkın diline yerleşmiş. Bu bir kentin zenginliği iken nedense özellikle sporda Trabzon’a hakaretamiz bir söylemle Pontus denmesini, aynı zamanda bir spor yazarı olduğunuzu bildiğim için konudan çok uzaklaşmadan yorumlamanızı isteyeceğim.
Metin Kondel: Maalesef Karadeniz ile ilgili birçok şey yanlış biliniyor. Karadeniz’de zannedildiği gibi bir Rum halkı yok. Cumhuriyetin başında mübadele ile çekip gitmişler. Ama geçmişi ta Mithridates dönemine kadar uzanan kadim bir kültür vardı. Bzrayer hayat tarzı denilen eski köy ve yayla hayatı içinde ciddi bir eğlence kültürü olan bir yaşam formuydu. Ve bu kadim kültür 70’lere kadar özellikle Rumca konuşulan köylerinde yaşıyordu. Metinlerimde kısmen betimlemeye çalıştığım şey bu kültürün şahit olduğum son fragmanlarıydı. Amacım bunu üst bir dille Türk edebiyatına kazandırmaktı. Maalesef bu çaba henüz anlaşılmış değil. Edebiyat insana has bir şeydir. Kendi coğrafyanızda insana ait ne varsa ayrım yapmaksızın onu alıp belli bir disiplin içinde işlersiniz. Trabzon kadim zamanlarda boynuna vurulmuş zinciri bugün de taşıyor. Sporda olup biten şey de bundan ibarettir.
Serhat Kaya: İngilizce kitap çıkarmayı düşünüyor musunuz? Veya kitaplarımızda birini İngilizceye çevirmek gibi bir girişiminiz olur mu?
Metin Kondel: Hayır, İngilizce lisanında kitap yazmayı hiç düşünmedim. Çünkü ben Türkçenin kültürel anlamda emperyal bir dil olmasından yanayım. Ürettiğim bütün metinler de bu amaca dönüktür. Hatta şu kadarını söyleyeyim, ben 15 yıl İngilizce öğretmenliği yaptıktan sonra Çanakkale’yi gezdim. Ve orada gördüklerimden sonra bir daha İngilizce öğretmenliği yapmayacağım, dedim ve yapmadım da. Bir lisanda yetkin bir edebi metin üretmek başka bir şey o eserin başka bir lisana tercüme edilmesi bambaşka bir şeydir. Ben okullarda İngilizceyi çocukların Türkçesini de tahkim edecek bir yöntemle anlattım. Dolayısıyla hiçbir zaman bir sömürge memuru gibi davranmadım. Her yazar eserinin diğer dillere çevrilip okunmasını ve diğer dillerde anlaşılmayı arzu eder. Bu gayet doğaldır.
Serhat Kaya: Gabriel Garcia Marquez gibi varlık dünyasını terk edince yayınlanmasını asla istemeyeceğiniz bir eskiz veya kitabınız var mı?
Metin Kondel: Hatırladığım kadarıyla henüz mevcut değil. Ama ilk yazdığım hikâyelerden bir seçkiyi bilgisayarımdan mail adresime oradan flaş diske aktarırken kaybettim. 10 civarında hikâyenin bulunduğu değişik bir düzenlemeydi. Her şeye rağmen Türkçenin edebi bir azizi değilim ama onlar bulunup yayınlanırsa başka bir külüstür tarafım keşfedilmiş olunur, diye düşünüyorum.
Serhat Kaya: Geniş kapsamlı çok besleyici ve güzel bir söyleşi oldu. Okuyuculara son olarak ne söylemek istersiniz Metin Ağabey?
Metin Kondel: Teşekkür ederim Serhat. Beni hakkıyla tanıyan birkaç kişiden birisin. Üstelik Karadenizli olmamana rağmen. Bu soruna İbrahim Tatlıses usulü cevap vermek istiyorum. “Kadın haklarını savunmaya gerek yok çünkü onlar her zaman haklıdırlar!” Okuyuculara bir şey söylemeye gerek yok çünkü gerçek bir okurlarsa zaten kitaplar onlara gerekli şeyi ziyadesiyle söylüyordur. Ama gerçek okurlara şunu hatırlatmak isterim. Aşırılıklar çağındayız. Edebiyat adına bir lisanla yapılan şarlatanlıklarla edebiyatın kendisi çok farklı şeylerdir. Zamana direnemeyecek gazete diliyle yazılmış metinler lisan kirliliğinden başka bir şey değillerdir.