Dinozor Araratus Metin Kondel’in ilk hikâye kitabı.
Yirmi farklı hikâyeden oluşan bu çalışma Karadeniz’in o kayıp fantastik dünyasını ta Ortaçağ’dan alıp bugüne taşıyor.
İçinde Yılanların Cenneti, Aspulika Nine ve Katoliya Sipsika, Rum Mucit Veli Direko, Forforoğlu Kızıl Mamet, Cemil Çavuş’un Esaret Yılları, Bir Sel Felaketinin Anatomisi, Nataşa türü farklı evrenleri kuşanmış hikâyeler var.
1 – DİNOZOR ARARATUS
Araratus, kötüleşen hava şartlarında giderek hırslanmaya başlamıştı.
Gecenin buz gibi ayazında, tırtıllı kuyruğuyla çarptığı kar
kütlelerini tozutarak, sisin pusun içinde kâh görünmez olup kâh
Çin festivallerinde taşınan maket ejderhalar gibi koca cüssesiyle
inip kalkarak saatlerce ilerlemiş. Hiçbir insanın ayağı değmemiş
gibi bakir görünümlü ve de görkemli bir dağın tepesine tırmandığında
durup biraz soluklanmış. Dinozor Araratus’un etrafında
gördüğü şeyler, Buzul Çağı’ndan kalmış saklı bir cennet gibi capcanlı
ve güzelmiş ama bir o kadar medeniyetten uzak ve basitmiş.
Derin derin soluyan dinozorun her nefes alışında cüssesi iyice kabarıyor,
nefesini bıraktığında ise burnunun dibinde beyaz bir bulut
kütlesi oluşuyor, sonra o bulut kütlesi bin bir gece masallarındaki
iri gözlü Arapların dünyasındaymış gibi kristalleşip sihirli bir değneğin
ucundaki ışıltılar misali havaya karışıyor, mora, turuncuya,
turkuaza, eflatun ve Alizarin kırmızısına dönüşüyormuş. Ardından
dinozorun pul pul desenli iri cüssesi tılsımlı bir çubuk değmiş gibi
dağılan o ışıltıların içinden kayıp bir kahraman gibi yeniden ortaya
çıkıyormuş. Araratus kayıp Hint masalarından dünyaya fırlamış o
masalsı haliyle bir süre boş gözlerle etrafına bakınmayı yeğlemiş.
Hissettiği yalnızlıktan canı sıkılmış olacak ki, tırtıllı kuyruğunu aşağı
yukarı, sağa sola doğru sallayıp içinde bulunduğu ıpıssız dünyanın
sırlarını keşfetmek için yeniden yola koyulmuş. Hiçbir canlının
evrenine sataşmadığını görünce sivri dişli geniş ağzını iyice açmış
6
ve boynunu öne doğru gerip öfkeyle homurdanmış. O andaki içgüdüleriyle
hangi yöne gitmesi gerektiğine bir türlü karar veremiyormuş.
Dinozor Araratus buz kesmiş o ıssızlıkta bir yavru dinozor
gibi huysuzlanarak her yanı karla kaplı bir yamaçtan kendini aşağıya
bırakmış ve paldır küldür kaymaya başlamış. Kayarken düşmemek
için ha bire ileriye doğru adımlıyor, gederek hızlandırdığı
adımlarını atası giganotosaurusların dev cüsselerinin görkemine
yetiştirmeye çalıştığından ha bire sağa sola savruluyor, dengesini
güçlükle sağlıyormuş. Sonu feci bitebilecek o kritik durum modern
çağda yaşayan bir çocuğun lunaparkta atlıkarıncalara binip neşeyle
eğlenmesi gibi dinozorun da hayli hoşuna gidiyormuş. Nihayet
olmaması gereken en tehlikeli şey olmuş; zira Dinozor Araratus
henüz keşfedilmesine bin yıllar olan Sir Isaac Newton’un yer çekimi
yasaları gereği kendisini bir kâbusun tam ortasında bulmuş.
Tehlikeli taklalar atarak tonluk ağırlığıyla kırdığı buzullarla tozu
toprağa katarak, ardında dev izler, parçalanmış buzlar bırakıp
kontrolsüzce yuvarlanmaya başlamış. Karın, buzun ve de tundraya
benzeyen donmuş kuru bitkilerin arasından son sürat kayıp
vadinin tabanına indiğinde olanlar olmuş ve alabalıkların neşeyle
yüzdüğü berrak bir derenin düzlüğüne büyük bir gürültüyle kapaklanmış.
Buzul Çağ’daki o kaotik gürültüler ıpıssız vadilerde yankılanıp
rengârenk kanatlı endemik kuş türlerini ürkütüp kaçırmış.
Ne var ki, bu tehlikeli durumun hiçbir şahidi olmamış. Dinozor
Araratus sanki Ararat Dağı’nın bin yıllık buzulları altında yüzyıllar
boyunca Buzul Çağ uykusuna yatmış bir mumya gibi hiç kıpırdamadan
öylece duruyormuş. Sonra dev cüssesini sarıp sarmalayan
karın buzun bedenine verdiği aşırı soğuğun etkisinden olsa gerek
yavaşça kıpırdayıp kendine gelmeye başlamış. Kuyruğunu, kafasını
güçlükle kıpırdatıp kötürüm kollarını ve boğumlu ayaklarını biraz
7
zorlayıp oynatınca üzerini bir aziz fanusu gibi örtmüş olan geceler
öncesinden kristalleşmiş o buzlu kütleyi güçlü hamlelerle çatırdatıp
parçalamış. Önce tırtıllı sırtını, sonra kocaman başını, biçimsiz
boynunu ve en sonunda da tırtıllı kuyruğunu silkeleyerek buzul çağın
en muhteşem yaratığı olarak yeniden gün yüzüne çıkmış. Ama
bu yeniden doğuşun kaydını kaz tüyü kalemlerle papirüs kağıtlarına
yazacak nurani melekler ortalıkta görünmüyormuş. Araratus
günler önce başından geçen o macerayı hiç umursamadan tabiata
karşı sert pozlar veriyor ve o feci kazadan hiç ders çıkartmamış
gibi görünmüyormuş onu ve bütün kâinatı gözeten yüce tanrıya.
Dahası Anadolu’nun o adsız namsız yitik dinozoru yakın zaman
önce yaşadığı o ölümcül vakıayı, tabiatın suskun unsurlarının dâhil
olduğu bir eğlence sanıyormuş. Ve bu kez dünya denilen cennete
yeniden dönüyor olmanın hazzıyla dolup taşarak başı dumanlı
dağlara doğru homurdanıyormuş.
Tarihle ilgili en gizemli hikâyeleri hafızalarının derinliklerinde
saklayan, yüzleri kırış kırış olmuş, porselen dişli ninelerimizin ve
namı cihanı tutmuş Hazarlı dedelerimizin atalarının atalarından
bize rivayet edilenlere göre; Dinozor Araratus dünya denilen yer
henüz şenlenmemiş, adına Latince denilen çetrefil lisan henüz icat
edilmemiş, daha eşyanın adı verilmişken, dünya yeni doğmuş bir
süt bebeğinin minik parmağıyla işaret edip “bab baaa!” diyebileceği
kadar masum bir yermiş. Ama o bakir ve de en neşesiz dünyada
Dinozor Araratus yüksek karlı dağlardan aşıp Nemrudun ateşi gibi
kızıl güneşin batışına, geceleri parlayan dolunayların yükselişine
şahit oluyormuş. Dahası dinozor bütün bunlara hiç aldırmadan
karlardan boranlardan, kıyametler gibi geçip tufanlardan yoluna
8
devam ediyormuş. Dinozor Araratus Makronların1 yeşil vadilerin
derinliklerindeki kayıp ülkesine gelmeden çok önce Ksenopon’un
ordusuyla bu topraklardan geçerken yürüdüğü sapa güzergâhın
en kestirme olanlarını bir filin en hassas duyargalarına sahipmişçesine
keşfetmiş. Bu durum Ksenophon’un ordusundaki haritacı,
doğa okuyucusu, sezgileri güçlü bir rehber olan ve de muhtemelen
Arkadialı bir at hırsızının oğlu olduğu zannedilen bir kâşifin hisleriyle
birebir çakışıyormuş. İnsandan tümüyle azade saf bir doğayı
sezgisel olarak okuyan dinozorun doğanın dilinden anladığı şeyle
Helenlerin güngörmüş kâşiflerinin anladığı şeylerin birebir aynı olması
bu dünyadaki esas mucizeymiş. İşte bütün o izahı zor, şeytanlarca
hor ve hakir görülmüş saklı sezgiler, Dinozor Araratus’u bakır
madenciliğiyle bilinen tam otuz iki adet megaron2 tipte evlerin, bir
tahıl deposunun ve de Göbeklitepe gibi kertenkeleli beş tapınağın
olduğu Bagbartu şehrine götürmüş. O zamanlar Bagbartu şehrinde
kısa kış günlerinde havalar erken karardığından madenciler günlük
işlerini bitirir bitirmez ailelerinin yanlarına dönüyormuş ve tabiatın
insanın içini karartan kasvetine şahit olmamak için kapılarını
dış dünyaya erken kapatıyorlarmış. Araratus etraftaki hiçbir eşyaya
dokunmadan Bagbartu’daki3 madencilerin bacaları tüten evlerinin
dibindeki tarlaların kenarından usul adımlarla geçerken o eğlenceli
kazadan sonra yaralanmış kötürüm kolunun soğuk havanın etkisiyle
sızlamaya başladığını hissetmiş. Ama Araratus Anadolu’daki
keyfe keder maceraları için bedenine kıyak yapacak kadar zayıf
karakterde bir dinozor değilmiş. Her zaman yaptığı şeyi yapmış
1 Makron: Doğu Karadeniz’de yaşayan yerli bir halk
2 Megaron: Miken medeniyetine has dikdörtgen şeklinde yapılmış basit
mimarili ev
3 Bağbartu: Bayburt’un antik zamanlardaki ilk ismi
9
ve sızlayan kötürüm kolunun acısına hiç aldırmamış. İşte Dinozor
Araratus’un o tavrından bin yıllar sonra Anadolu’yu mesken tutan
hemen her kavim kan kusup kızılcık şerbeti içer olmuş. Dahası insan
olmaktan kaynaklanan varoluş sancılarını başkalarına dillendirmemeyi,
her acıyı metanetle göğüslemeyi kadim zamanlardan
onlara kalmış bir töre olarak bellemişler. Hatta her kime derdini
açacak olsa ona, sen de o yaralı Dinozor Araratus gibi yana yana
gez, çileni erteleme, onu sonuna kadar yaşa, elin adamı senin derdine
çare olmaz, bilakis derdini daha da büyütürler, der olmuşlar.
Araratus, uzun bir yürüyüşün ardından Makronların ülkesinin
kuzey sınırına yakın ladin ormanlarının bitimindeki bodur likarba
öbeklerine kadar gelmiş nihayet. Yıllar önce içinde laubali bir
edayla yüzdüğü, gözlerinin hayli yandığı kezzap gibi o tuzlu gölden
sonra ilk kez masmavi asaletiyle Karadeniz’i görmüş. İşte Helenlerin
kılavuz tanrısı Herakles’in adıyla anılan Herakliya’daki Madur
Dağı’nın tepesinden yani Ksenophon’un on binlerden oluşan ordusuyla
Karadeniz’i görüp sanki kutsal şehirlerini görmüşler gibi
çılgınca sevinip “Thalassa Thalassa!” diye çığlıklar attıkları nokta
tam da Araratus’un denizi gördüğü o taşlı tepeymiş. Ve barbar
kavimlerin şerrinden kurtulmuş olmalarına bir nişan olması için
tam o tepeye taşlardan gelişigüzel bir yığınak yapmışlardı. Ama
bu atalarının tarihi Buzul Çağ’dan bile öncesine dayanan Dinozor
Araratus’un hiç umurunda değilmiş. Çünkü Dinozor Araratus
kendisinin bu topraklardaki en soylu canlı olduğuna inanıyormuş
ve bundan da gurur duyuyormuş. Kuyruğunu oynatma şekline
ve sipsivri dişli ağzını açıp böğürmesine bakılırsa Araratus denizi
gördüğüne epeyce sevinmiş. O tepede bir süre daha öylece durmuş
ve yağan sağanak yağmurlara aldırmadan birkaç şiirlik ıslanmış.
Sonra dev ayaklarıyla kızılağaç fidelerini ezerek bastığı ıslak
10
çimenden kayıp sendeleyerek yiyecek bir şeyler bulma umuduyla
Uzakdoğu’nun Amok koşucularına nazire edercesine doğu yönünde
günlerce koşmuş. O mantıksız koşuda toslayıp devirdiği ağaçlarda
Heptakometlerin4 yaşadığı basit kuleleri de bulunuyormuş.
Yağmur ormanlarıyla ve de geniş yapraklı tropik bitkilerle kaplı
Anzoumah5 vadisinin derinliklerine doğru kırıp dökerek ilerlemeye
başlamış. Bütün çabalarına rağmen yiyecek hiçbir şey bulamamış.
Arada durup başını eğerek kokladığı dev yaban mantarları ise
hiç ilgisini çekmiyormuş.
Elleri mızraklı, kolları dövmeli, burunları halkalı, yüzleri çizgili,
karınları sıtma olmuş gibi şişkin, avret yerleri lifli yapraklarla kaplı
yarı çıplak yerliler hayatlarında ilk defa bir dinozor görmelerine
rağmen dehşete düşmek yerine Dinozor Araratus’u yedi nesildir
tapındıkları, gökleri gürleten, şimşekleri çaktırıp ortalığı aydınlatan
tanrının bizzat kendisi zannetmişler. Ve onun merhameti için
toplu halde ilahiler söyleyerek, tamtamlar çalmışlar, çakallar gibi
uluyup ve kıyamet borusu gibi uzunca borulara üfleyip dehşetli
sesler çıkartmışlar ormanlardaki vahşi hayvanları teyakkuza geçirmişler.
Sonra hüzünlü nağmeler faslına geçip Anzoumah vadisini
iyice şenlendirmişler. Devasa ateşler yakıp etrafında yarı çıplak bedenleriyle
danslar ederek Dinozor Araratus’a en derin saygılarını
sunmuşlar. Kabile şeflerinin emriyle tropik meyve dolu sepetleri
başlarının üstünde taşıyıp likenlerle kaplı yüksekçe bir granit kayanın
tepesine bırakmışlar. Dinozor Araratus’a saygı için yerlere
kadar eğilip tanzimde bulunmuşlar. Ama ilgisiz gözlerle o çıplak
insanların yaptığı saçma sapan şeyleri izleyen Dinozor Araratus
4 Heptakomet: Rize bölgesinde antik çağlarda ağaçlarda yaşayan yerliler
5 Anzoumah: Of ’un doğu tarafındaki vadilerinden birinin antik
zamanlardaki adı
11
gördüklerinden hiç etkilenmemiş. Yerlilerden Dinozor Araratus’u
gördüğünde korkusundan atalarının eski geleneklerini hiçe sayıp
ardına bakmadan kaçanları ok yağmuruna tutmuşlar. Dinozor Araratus’un
görünümünden ürküp kaçanlar arasında düşman kabilelerle
yapılan savaşlarda kahramanlık göstermiş, deniz salyangozlarının
en pembe kabuklarıyla taltif edilmiş olanlar, kollarına domuz
ayakları dizilmiş gözü pek savaşçılar da varmış. Ama bütün bunlar
Araratus’un hiç ilgisini çekmiyormuş. Ortalıkta Araratus’a meydan
okuyacak cesarette ne bir Eskit, ne de siyasi zekâsıyla dünyanın en
büyük ordularını oyalayabilecek bir Romalı, ne dünyanın selameti
için Hz. İsa’ya dua edecek müşfik bir Hristiyan ne bir Ermeni
ne bir Çepni ne bir Megrel ne de bir Abhaza varmış. Anadolu,
üzerinde yaşayan yerli halklar ile biyolojik tanımı henüz bilimsel
literatüre geçmemiş, beden dilini kimsenin anlayamadığı Araratus’unmuş.
Araratus Buzul Çağı’ndan sadece hayvanlara ve ilkel
kabilelere kalmış bu uçsuz bucaksız ve de sahipsiz dünyada hayatta
olmanın tadını çıkartıyor ve İsrafil’in kıyamet borusunu sürekli o
homurdanıyormuş.
Araratus çarptığı ağaçları devirerek, üzerine bastığı kayaları
yuvarlayarak, her adım atışında derenin akışını değiştirerek paldır
küldür bir halde vadiyi geçip sahile vardığında her yerin yunus balığı
leşleriyle ve ne olduğu meçhul beyaz hayvan kemikleriyle dolu
olduğunu görmüş ve eğilip onların uçlarını koklamış. Gökten denize
düşmüş gibi yarasaya benzeyen dev bir yaratık yarısı suyun
içine batmış bir halde çırpınıp duruyormuş. Boa yılanlarından
büyük yılanlar birbirlerine dolanarak sıcak kumların üstünde çılgınca
danslar ediyormuş. Semadaki kargalar, akbabalar, martılar,
doğanlar, atmacalar çığlık çığlığa sahil boyundaki hayvan leşlerine
pike yapıyor, o esnada büyükçe fareler, üşüştükleri leşlerden öte12
ye beriye kaçışıyormuş. Dinozor Araratus o vahşi manzaradan da
pek etkilenmişe benzemiyormuş. Artık etobur yönünü daha fazla
dizginleyememiş ve kokuşmuş yunus balıklarına doğru adımlamaya
başlamış. Adımlarken çakıllardaki adımlarından garç gurç
diye diş kamaştıran bir ses geliyor, adımını kaldırır kaldırmaz da
izleri tuzlu deniz suyuyla doluyormuş. Onun azametini fark eden
kuşlar, çakallar öteye beriye kaçışmışlar. Dinozor leşlerden büyük
parçalar ısırıp bir iki kez çiğneyip yutuyormuş. O denli acıkmış ki,
sahilin o bölümündeki kokuşmuş dev balıkların neredeyse hepsini
yemiş. Araratus boynunu eğip Karadeniz’in tuzlu ve serin suyundan
içmiş. İyice doyduğunu hissedince ağzını açıp anafor gibi sesler
çıkartıp geğirmiş. Hayvan bunun kendisine ve etrafındaki canlılara
karşı yapılmış bir saygısızlık olduğunun farkında değilmiş.
Tabiatın rutin halinden sıkılan Dinozor sahilden yaklaşık on dört
deniz mili açılarak kendi halinde yüzmeye başlamış. Yüzerken bir
yandan da büyük bir hayranlıkla Karadeniz’in yemyeşil ormanlarını
ve tepeleri karlı dağlarını izliyormuş. Dinozor Araratus’un en
romantik olduğu ve günümüzde birçok homosapienste6 bulunmayan
zaman dilimi Karadeniz’in yemyeşil dağlarını izlediği o dört
saatlik kayıp zaman dilimiymiş. Sırtüstü yüzerken gökyüzünün
derinliklerinde dev yarasalara benzer kuşların sürekli ona doğru
süzüldüğünü görüyor ve onların güneşini kapatan geniş kanatlarından
işkilleniyormuş. Daldığı serin sulardan çıkıp yeniden mavi
gökyüzüne baktığında bu kez güneşin huzmelerinin bir masal dünyasına
çevirdiği pamuksu bulutlardan başka bir şey göremiyormuş.
Tabiatın tekdüzeliğine rağmen ağaçlarda gördüğü ağaçkakanların
tıkırtılı işlerine ve renk cümbüşü papağanları görünce kafası iyice
karışmış. İçgüdülerinden emin olamamış ve o anda gördüğü şey-
6 homosapiens: İnsan
13
lerin gerçekte ne olduğunu ve ne işe yaradığını bilememiş. Araratus’un
tırtıllı uzun kuyruğunu havaya kaldırıp laubalice denizin
yüzeyine gürültüyle şaplatıyor olması ve her tarafı beyaz köpüğe
boğması gökyüzünde süzülen dev kuşların ve denizdeki balık sürülerinin
dikkatini çekiyormuş. Yeniden yüzüp sahile döndüğünde
iri cüssesini gören martıları, albatrosları, kuğuları ve balon gagalı
leylekleri huzursuz edip kaçırmış. Kurulanmak için uzandığı çakıllı
sahilde de huzur bulamamış. Karnına kum ve çakıl taşları yapışmış
olmasına hiç aldırmamış. Bir ara hortumuyla topraklanan filler gibi
kumlarda yatıp yuvarlanmış. Kuyruğuyla üzerine kum atıp etrafı
tozutmuş. Kalkmış, sarp granit kayalardan yukarı tırmanıp piyade
kararlılığıyla günde kırk kilometrelik bir hızla batıya doğru yürümeye
başlamış. Kestane ağaçları ve kızılağaçlarla kaplı dev böcekli,
örümcek yuvalarıyla örülmüş ormanları kırarak ilerliyormuş. Ama
bu kez içgüdülerine güvenip saptığı yol güzergâhı yürümeye elverişli
değilmiş. Onun için sürekli zikzaklar çiziyor, dağların tepesine
çıkıyor, sonra yeniden vadilere giriyor, sahile iniyor ve o şekilde
ilerliyormuş. Bu uzun yürüyüşünün ikinci gününde çok güvendiği
içgüdüleri onu yanıltmış ve kaybolmuş. Anzoumah vadisinden
sahile indikten iki hafta sonra Matsouka7 vadisinin içlerine dalmış.
Önüne çıkan ne varsa hepsini yıkıp geçmiş. Sarp kayalarla dolu
tepelerdeki bütün kayaları büyük gürültülerle vadinin tabanına
yuvarlamış. O kadar ki, bazı yerlerde coşarak akan derenin yatağını
değiştirmiş. Dahası Araratus tekrar vadiye inip iki buçuk saat
kadar yol aldıktan sonra dev çam ağaçlarının olduğu dar bir vadiye
dalmış. Dinozor Araratus dar bir geçitten geçerken koca bedeniyle
iki büyük granit kayanın arasına sıkışmış. Sıkıştığı yerden ileriye
doğru hamle yaptıkça daha da sıkışmış ve hareket edemez olmuş.
7 Matsouka: Maçka’nın antik çağlardaki adı
14
Dinozor için saatler günlere günler haftalara haftalar aylara dönmüş.
Ama Dinozor hiç kıpırdamadan öylece duruyor ve sadece
derin derin soluyormuş. Dinozor çok acı çekiyor olduğundan acı
acı böğürüyor, yakınlardaki vahşi hayvan kolonilerini teyakkuza
geçiriyormuş. Geriye doğru hareket etmeyi deniyormuş ama koca
gövdesini o granit kayaların arasından kurtaramıyormuş. Nihayet
bu tuhaf mahlûkun durumunu fark eden Matsouka’nın yerlileri
Araratus’un evlerini, kışlık yiyecek sakladıkları ambarlarını mahvedeceği,
bütün yerlileri çoluk çocuk demeden çerez gibi yutabileceği
endişesine kapılmışlar. Ve yakın kabileler arasında var olan
eski husumetleri bırakıp Dinozor Araratus’a karşı birleşmişler. Eli
balta, mızrak, sopa tutan erkeklerden küçük bir ordu kurmuşlar ve
köylerini, evlerini, ailelerini, tarlalarını, bölgelerini bu azman yaratığa
karşı savunmaya geçmişler. Ormanlardan uzun ağaçlar kesip
uçlarını sivrilterek köylerinin girişine savunma hattı kurmuşlar.
Altı metrelik mızrakları olan sıkı bir piyade birliği hazırlamışlar.
Onlara falanj8 düzeni aldırıp sıkı talimler yaptırmışlar. Ama günlerce
bekledikleri o canavarın bir türlü köylerine gelmediğini görünce
sinirleri bozulmuş. Bir gün bütün savaşçılar toplanıp Araratus’un
sıkıştığı vadinin dar yerine gitmişler. Ve zor durumdaki o dinozoru
taş ve mızrak yağmuruna tutup öldürmeye çalışmışlar. Ama
zavallı Araratus Matsoukalı yerlilerin saldırılarına acı acı böğürerek
cevap verebilmiş ve onların acınası hallerini hiç umursamamış.
Zira Matsoukalı yerlilerin ona fırlattığı oklar yuvarladığı taşların en
büyüğü onun için zamansız bir oyundan farksızmış. Buna rağmen
Matsoukalı yerlilerin görkemli dinozora karşı duyduğu sebepsiz
öfke yatışmak bilmiyormuş. Savaşçılar gece vakti büyükçe bir ateş
8 falanj: Eski Yunanlarda, özellikle Makedonya yayalarının çekirdeğini
oluşturan mızraklı alay.
15
yakarak Araratus’un dikkatini çekmeye, savaş borularıyla ürkünç
sesler çıkartarak onu korkutup bölgelerinden kaçırmayı denemişler.
Ama bunda da muvaffak olamamışlar. O gece en hızlı ulaklarını
gönderip Makron ülkesindeki kabilelerin en iyi savaşçılarını yardıma
çağırmışlar. Sabah olunca civardaki bütün kabilelerin şefleri,
en mahir büyücülerini, kâhinlerini toplamışlar ve Dinozor Araratus’un
öldürülmesi gerektiği yönünde nihai bir karara varmışlar.
Ama dinozorun sıkıştığı yere gidip durumu gören Makron ülkesinin
en tecrübeli savaşçısı tam aksi bir fikirle geri dönmüş. Ve askerlerine
Dinozor Araratus’u Matsoukalı yerlilerin ve savaşçıların
saldırılarından ve kötü cinlerin şerrinden korumaları emrini vermiş.
Savaşçılar başlarda bu duruma bir anlam verememişlerse de
komutanlarının kararına harfiyen uymak zorunda kalmışlar. Tepelerdeki
öfkeli yerlileri ve savaşçıları ikna edip o bölgeden geçici bir
süreliğine uzaklaştırmayı başarmışlar. Bu arada Makron ülkesinin
baş savaşçısına bağlı askerlerin bir kısmı dinozoru görünce korkmuşlar
ve bayılacak gibi olmuşlar.
Makron ülkesinin gözü pek savaşçıları, Matsoukalı yerlilerin
kabile reislerinin planı gereği dinozorun sıkıştığı bölgedeki çam ormanını
ateşe verme ve onu ürkütüp kaçırma girişimini son anda önlemişler.
Ve “Bu hepimizin tanrılarına hakarettir!” diye çıkışmışlar
onlara. İki grup arasında çatışmaya varacak bir gerginlik yaşanmış.
Ama Makron ülkesinin tecrübeli baş savaşçısı, onların kabile şeflerine
göndermiş olduğu ve yerlilerden sır gibi saklanan bir haber ortalığı
sakinleştirmiş. Dinozor Araratus sıkıştığı vadide giderek canlı
bir baraj bendine dönüşüp acı içinde kıvranırken Makronların baş
savaşçısının aklına ilginç bir fikir gelmiş. Şayet Dinozor Araratus’u
boynundan ve ayaklarından halatlarla bağlayıp sıkıştığı yerden
kurtarabilirse ve onu güç bela Phythonon deltasına götürüp biraz
16
olsun ehlileştirmeyi başarırlarsa büyük bir iş başarmış olacaklarmış.
Öyle ki, gelecek baharda Hititlerin başkenti Hattuşa üzerine
yapacakları seferde ordunun en önünde dehşet verici bir alamet
olarak Araratus’u kullanıp kısa boylu tipsiz askerlerden oluşan
Hitit ordusunu çil yavuları gibi dağıtıp mağlup edebileceklermiş.
Diğer tecrübeli savaşçılar bu fikri hayli heyecan verici bulmuşlar
ama bu onlar için hayali kurulamayacak kadar imkânsız bir şeymiş.
Lakin yine de bu konuda Makronların baş savaşçısına bir itirazda
bulunmamışlar. Araratus’un sıkıştığı o daracık vadinin yukarı tarafı
giderek bir göle dönüşmüş. Baraja dolan kar suları Araratus’un tırtıllı
sırtından düşüp köpürüyor ve adeta canlı bir şelaleye dönüşüyormuş.
Dinozor Araratus hissettiği acıdan dolayı boşta olan kuyruğunu
sallayınca ortaya Roma devrindeki çarklı su değirmenleri
gibi sürekli inip kalkan bir görüntü çıkıyormuş. Matsoukalı yerliler
gündüzleri ormanların içlerine doluşuyor, çok uzaklardan dinozora
bakıp sonunun ne olacağını merak ediyormuş. O günlerde iki
gün boyunca Matsouka’nın muhteşem dev çamlarını masmavi
renge çeviren aralıksız yağmurlar yağmış. Canlı barajın içi derenin
yağmur sularıyla taşıdığı çer çöple dolup taşmış. O çer çöp yığının
altında kalmış Dinozor Araratus’un bedeni ha bire kıvranıp duruyormuş.
Dinozorun bedeni bendin arkasında biriken suyun basıncına
daha fazla dayanamamış. Kayaları yerinden oynatarak geriye
doğru kaymaya başlamış. Boynuna ve kuyruğuna bağlanmış kalın
halatların bağlı olduğu dev çam ağaçları ve kayaları yerlerinden
sökün ediyormuş. Kabaran suyun basıncı dinozoru yavaş ama giderek
artan bir ivmeyle sürüklerken arkasında birikmiş su coşarak
boşalmaya başlamış. Her şey birkaç dakika içinde olup bitmiş. Araratus
kendini vadinin iki kola ayrılan geniş bir yerine sürüklenip
sırt üstü fırlatılmış bir halde bulmuş. Sular ağaçları, kayaları yalaya17
rak hafif nesneleri önüne katarak balçıklı bir sele dönüşmüş ve Karadeniz’e
kadar hız kesmeden akıp gitmiş. Makron ülkesinin tecrübeli
baş savaşçısı ve onun savaşçıları ve de öfkeli Matsouka yerlileri
bu tuhaf durumu sadece uzaktan seyredebilmişler. Haftalar sonra
ayağa kalkan Araratus boynuna takılmış zincirleri, halatları birer
çıngırak gibi sağa sola savurup duruyor ve onlarla eğleniyormuş.
Nihayet onlardan kurtulamayacağını anlayınca eğlenme faslına ara
vermiş. Ve takriben bir buçuk saatlik bir yürüyüşün ardından bir
doğu ülkesinin siyah kayalar üzerinde kurulmuş, kale burçları hayli
yüksek olan bir şehrin girişine gelmiş. Şehrin içindeki evlerden ve
fırınların bacalarından dumanlar yükseliyormuş. Kalenin içindeki
demirci atölyelerinden demirin örste dövülürken çıkardığı sesler
geliyormuş. Bu şehrin kapısında pençelerini olabildiğince germiş
çift başlı kocaman bir kartalın kabartması ve kıvrımlı bir koçboynuzu
varmış. Bütün bunlar Tanrı’nın Hazreti İbrahim’e kurban
etmesi için koçu indirmesinden çok sonraymış.