“Arka arkaya eklenmiş sayısız fotoğraftır zaman. Bir kareden öbürüne akar gidersin ve geçenin zaman olduğunu sanırsın.”
İsmail Güzelsoy, Türk Edebiyatının dikkat çeken yazarlarından biri. Ekim ayında okurlarla buluşan “Kıpırdamıyoruz” okurların beğenisine sunuldu ve oldukça sevilen bir eser oldu.
Kıpırdamıyoruz, ilkokula yazılmak için fotoğraf çektirmeye giden Settar karakterinin hayatına giren bir kelime. Fotoğrafçının fotoğrafı çekeceği an ‘‘Kıpırdamıyoruz’’ uyarısı vermesiyle romana da ismini veriyor.
Kıpırdamıyoruz, 1960’ların İstanbul’unu odak noktası alıyor. Eser, üç iç kitaptan oluşuyor ve yaşanan hadiseleri Settar karakterinin anlatımıyla okuyorsunuz. İlk kitapta karakterin çocukluk dönemine inerek üzerine etiket gibi yapışan bir hastalıkla tanışıyorsunuz. Settar’ın kendi dünyasında durup donmalarıyla hayata kendi penceresinden bakışı okura sunuluyor. Dışarıdan bakıldığında kıpırdamayan donmuş öylece durmuş bir çocuk gibi görünse dahi kendi dünyasında aslında hareket halinde. Öyle ilginçtir ki, Settar çevresine göre donuk kaldığı anlarda adeta siyah beyaz bir fotoğraf karesinin içine hapsolmuş gibi çevresindeki sesleri duyar, kokuları dahi alır haldedir çünkü ona göre her şey normal akışında ilerlemektedir.
İkinci kitapta Settar donmuyor fakat eskiden durup seyrettiği dünyayı artık fotoğraf makinesiyle insanları ‘‘Kıpırdamıyoruz’’ diyerek donduruyor. Üçüncü kitabı ise ikinci kitabın devamı niteliğinde olaylar zinciri takip etmektedir.
Dört gün sonra kıyamet kopacak denilse siz ne yapardınız? Bu olaylar zincirine kıyamet kopacağı söylentisi eklenince muhteşem bir karnaval seyretmeye başlıyorsunuz. Yazar bu festival alanında okura her yönden bir bakış açısı sunuyor. Kıyamet karmaşası içinde insanların yapmadıkları şeyleri yapmaya başlaması, artık hayata dair ümit beslemedikleri ve dibine kadar günaha ya da sevaba çekildikleri bir dünya sahnesi meydana çıkıyor. İnancın içinde inançsızlığın barındığı bir sahne. İnsanların bu safsataya inanmalarıyla birlikte ikiye bölünme yaşanıyor: İbadethanelere kapananlar ve meyhanelerden çıkmayanlar. Dünya, insanların kendi vaziyetine ağıt yaktığı bir yer haline bürünüyor. Ümitsizlik ise had safha! Herkesin çıldırdığı bir evren hayal edin. Katlanılmayacak bir felaket çemberi.
Bunun yanında dünya karmaşası içerisinde seyirci olarak etrafındakileri seyrederken bazen mola verip durarak hayata bakan bir karakter Settar. Tanıdığınız en garip fakat en normal karakter. Çevresindeki telaşlı dünyanın aksine bu safsatalara ilgisiz kalarak yeni yeni keşfettiği kimliğinde kendi hayatına odaklanmış birisi. Settar’ın olaylara bakış açısı okura sunulurken bir yandan karakterin mutlu oluşunu keşfetme hikayesi başlıyor. Kendi mutluluğu ve hayatına odaklı Settar’ın son dört günde geçmişiyle buluşmasıyla okura çalkantılı bir hayatın kapıları ardına kadar açılıyor.
“Ancak kötü olmak zorunda kaldığın zaman iyi olma şansı yakalayabilirsin.”
İyi olan bir kişi kötülük yapabilir mi? Kötü hep kötü müdür? Mutlak iyilik ve mutlak kötülük var mıdır? İsmail Güzelsoy bu eserinde iyilik ve kötülük kavramlarını yeniden ele alıp alışagelmişin dışında okura farklı bir bakış açısı daha kazandırıyor. Kime hak vereceğiniz şüphesine düşerken yapılan iyiliğin ve kötülüğün ölçüsünün ancak doğurduğu sonuçlarla ölçülebileceği kaçınılmaz bir gerçek halini alıyor. Bunun yanı sıra zaman kavramı ele alınırken insanların zamanı ne denli kullandığı ve son ana dek nasıl kullanmaya çalıştığı da kıyamet sahnesinde okura sergilenmekte.
“Anlasana, yaşamak, zamanın dışına çıkmaktır. Zaman, birbirine akan fotoğraflardır ve vallahi onlar yalanın en güçlü suretleridir. Bir kelime binlerce suretten güçlüdür.”
Velhasıl, Kıpırdamıyoruz eserinde durup hayatı izlemenin gerekliliği hayat telaşesinde koşuşturup sürekli bir şeylere yetişmeye çalışıp hızımızı alamadığımız dünyada Settar gibi bizimde durup gözden kaçırdıklarımıza bakmamız mesajı okura ulaştırılıyor. Yaşadığımız hayat bir fotoğraf karesi ise buna hangi çerçeveden bakabildiğimize bağlı değil midir? Bu durum bize en çok pandemi sürecinde yavaşladığımız şöyle bir durup kendimizle baş başa kaldığımız ve gerçek manzarayı izlediğimiz zamanları anımsatıyor.
Başından sonuna kadar esrarengiz bir roman. Sıra dışı bir kurgunun içerisinde ancak masallarda karşımıza çıkabilecek hadiseler barındırmakta. Konuşan bir fotoğraf makinesi, kanayan bir ağaç, düşle gerçek arasında konuşan bir köpek… İsmail Güzelsoy’un da eserine bıraktığı bir cümle gibi, “Ne acayip bir hikâyeydi bu böyle. Bir masal gibi…”
Düşlerden gerçek dünyaya, gerçek dünyadan düşlere uzandığımız bir zaman tünelinde yeri geliyor zihinler bulanıyor yeri geliyor her şey berraklaşıyor. Bir hikâye dinliyorsunuz ardından bambaşka kapılar aralanıyor. Zaman, gerçekten işliyor. İsmail Güzelsoy’un akıcı üslubu ve büyülü dili okurken sizlere hem masal okuyormuş hissini tattırıyor hem de Settar’ın çektiği fotoğraf kareleri gibi gözünüzün önüne sahneler düşürüyor. Her bir fotoğraf karesi başka bir puslu hikâyenin kapısını aralıyor sanki. Her karenin zihninizde canlanacağı sırlarla dolu bir kitap.
İsmail Güzelsoy’un cümleleriyle, ‘‘Biraz yavaşlamayı başarabilirsek, kıpırdamamayı başarabilirsek, biraz sessiz durmayı başarabilirsek, biraz sosyal ağlardan uzaklaşmayı başarabilirsek aslında kendimiz ile dertleşebileceğimiz, kendimizle yüzleşebileceğimiz ve kendimizi biraz daha yakından tanıyabileceğimiz imkanları yakalayabiliriz.’’