“Köyün ortasındaki harman yerinde elinde bir tutam yeşil soğan, bir parça kuru arpa ekmeğiyle bir çocuk dikilmiş öylece duruyor. Olup bitenleri anlamaya çalışıyor. Moğolların uğultusu giderek yükseliyor. Çocuk bir şeyler görüp kulakları sağır eden o uğultuya bir anlam vermeye çalışıyor ama boşuna. Sonra korkuya kapılıyor, elindekileri yere bırakıyor, birden ağlamaya başlıyor, sümüğü balon gibi şişiyor ve yalınayak kerpiç bir eve doğru kaçıyor. Yakınlardan bir çoban köpeği huzursuzca havlıyor. O köpeğin havlamasına diğer köylerin köpekleri katılıyor. Ufuktaki toz bulutu yükseldikçe köyün ve tüm vadinin üzerine koyu renkli bir gölge düşüyor. Uğultu çekilmez oluyor, huzursuzluk giderek büyüyor, çocuk korkuyor ve evin bir köşesine sinip ağlıyor.”
“Moğolların Uğultusu adlı hikâye kitabıma dair söyleyeceklerime gelirsek;
Karadeniz’in kayıp evrenini kuşanarak yazılmış birbirinden farklı on sekiz hikâyeden oluşuyor.
Kitaptaki hikâyeler arka planda direkt olarak anlatmadan ciddi bir politik eleştiriyi de barındırıyor.
Asker bir milletin Anadolu’da bir türlü insanı odağa alıp medeni bir düzen kuramamasının tasviri var.
Son yıllarda dünyada ve Türkiye’de yaşanan sert modernleşme ile Karadeniz’in yitip gitmiş o naif pastoral görüntüsü betimlemelerle hikâyelere serpiştirilmiş durumda.
Benim öteden beri ödün vermediğim medeniyet açısından kendini tatminden başka hiçbir yere varmayan ideolojik takıntılı ucuz siyasal patronluk da eleştirilerden nasibini almış durumda.
Siyasal İslamcıların ahlâk felsefesinden yoksun kalkınma ve ilerleme iştahıyla tabiatta yapılan tahribatın bin bir türlüsünden kâğıda dökebildiklerimizin bir kısmı da var meselâ.
Eski Türkiye’nin sosyo-politik ikliminin insan ruhundaki sessiz yankısı, insanın yıllardır kendine biriktirdiği saklı düşüncelerin itirafı ile bir tür terapi faslı da var elbette.
Ve son yıllarda küreselcilerin musallat olduğu bir dünyadaki o tatsız tuzsuz yavan hayattan bize ve de Karadeniz’e isabet eden garabeti kelimelerle cümlelerle kuşatılması durumu hikayelerin bir kısmı.
Sovyetler Birliği sonrasındaki Kafkas budalalığının en keskin timsali olan Gürcülerin komünistlerden hallice gülünç liberal halleri.
Aslında söz izanı olan birisine söyledikçe artan değil azalan bir şeydir benim için. Çoğu kez söz doğru yerde ve zamanda doğru kişiye söylenmediğinde anlamı artırmak yerine eksilten bir şey. Onun için bu hikâyeyi herkesin okumasından çok sadece ilgi duyan ve anlayabileceklerin okuması taraftarıyım.
Zaten ben öyle aman aman bir okur kitlesi olan bir yazar değilim.
Bunu Temelyon, Dinozor Araratus, Pupa Yelken Karadeniz’in satış rakamlarından anlamak da mümkündür.
Kalandar Çörekleri adlı romanıma gelince, bitti, baskıya da verildi, onay düğmesine basmam yeterli okurlara ulaşması için.
Nedenini bilmiyorum ama şu anda içimden bir türlü o kitabı yayınlamak gelmiyor.
Yazarların böyle tanrısal kibri gibi tuhaf huyları var.
Bir uzay mekiğinin fırlatılmadan önceki en durgun havayı bekleyen uzay üssü çalışanları gibiyim galiba.
Sabırla hiçbir zaman gelmeyecek bir suskunluk periyodunu bekliyorum. Edebiyat adına hepimizin yaptığı gibi.”