Gözünüz değdiğinde bıyık altından gülünen haberler vardır. Bir kaç gün önce öyle bir habere rastladım. “Bekçiler kendilerine ‘bekçi’ denilmesini istemiyor” Polis Akademisi Başkanlığının hazırladığı bir raporun sonucuymuş. Polis yardımcısı sıfatını ‘bekçi’ye tercih ediyormuş bekçilerimiz. Elbette sosyal ve idari nedenleri vardır tercihlerinin. Oysa ki beğenmedikleri ‘bekçi’ kelimesi bana ne kadar güzel geliyor.
Bekçi kelimesi ‘pek’ kelimesinden türetilmiş. Pek, sağlam, muhkem hale gelmeyi sağlayan kişi demek. Muhafız kelimesinin birebir türkçesi yani. Bahsi geçen raporda bekçilerin kendilerine önerdikleri isimlerden biri mahalle ‘muhafız’ı. Bekçi olmaktan rahatsız olup muhafız olmayı istemek, bugünün düşünce yapısının güzel bir özeti.
“Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.”
Beklememiz biriciktir. Başka hiçbir şey bizim beklediğimiz gibi beklenmemiştir. Beklemek bir ejderha olur. Gelir pençesini göğsümüzün orta yerine basar. O basar biz daha derin bir nefes çekeriz. O biraz daha basar.
“Geçti istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni
Gelme, artık neye yarar?”
“Mektubunu bekler, gözlerinden öperim.” Çok eski değil, babalarımızın temel iletişim biçimiydi mektuplar. Mektuplar beklenirdi. Yazılır, postalanır, cevabı merakla beklenirdi. Aileden eşten dosttan sevgiliden bir haber gelecek diye. Sıklıkla yukardaki kalıp ile biterdi küçüklere yazılanlar. Büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öpülürdü. Şimdilerde iki tik düşüp birde maviye döndüyse o an cevap almalısınız. Mektup beklemek eski bir rüya artık.
Bir hisse senedinin yükselmesini de beklesen, gönlünün düştüğünün sana gülümsemesini de beklesen, ya da o sınavın sonucu olsa beklediğin, Abdürrahim Karakoç’un dediği gibi:
“Büyüdükçe büyür içimde bir dert
Beklemek”