Edebiyat öğretmenisin, iki öykü kitabın ve şiirlerin var. İlk şiirle mi başladın yazmaya?
Edebiyat öğretmeniyim, evet. Ortaokul birinci sınıftan beri hayalimdi edebiyat okumak. Konya’da, bitirdim bölümümü. Ama edebiyata dair kişisel bir çabanız yoksa edebiyat bölümünü bitirmenin okuma yazma eylemine büyük bir getirisi yok. Birçok kişi zannediyor ki edebiyat bölümünden mezun olunca önlerinde yollar açılacak, dergiler ve yayınevleri peşlerine düşecek… Elbette öyle olmuyor. Yazmak bir yana okumak, hele düzenli ve disiplinli okumak büyük bir kararlılık gerektiriyor. Bu disiplini hiçbir okul veremez diye düşünüyorum.
Sorunun ikinci bölümüne gelecek olursam yazma maceram birçok kişininki gibi şiirle başladı. Osmaniye – Kadirli’de büyüdüm. Kadirli çiftçilikle geçinen bir taşra şehri. Edebiyatın yazılı olmayan ana kurallarından biri gereği taşralı çocuklar edebiyata önce şiirle başlar. Diğer türler üzerine düşünmeye ve yazmaya sonradan geçerler. Bu bende de böyle oldu. Fakat bunu edebiyata bir adım olarak göremeyiz. Bu sadece küçük bir anı.
Kalemimin bir şeyler yazabileceğini lisenin son sınıfında, lise hayatımın son kompozisyon sınavında gördüm. Edebiyat öğretmenimiz Murat Kıymacı kompozisyon yazılısında bizlerden birer hikâye yazmamızı istemişti. Hazırlıksız bir şekilde bir seri katilin son işinde içinde yaşadığı karmaşayı ve pişmanlığını anlattığım bir hikâye karalamıştım. İşte o gün hikâye yazabileceğimi fark ettim.
Üniversitede edebî muhitlerle pek temasım olmadı. Elimden geldiğince iyi bir okur olmaya çalıştım, birçok dergiyi yakından takip ettim ama ne yazacağımı, nasıl yazacağımı bilmiyordum. Öğretmenliğe başladığım ilk yıl yaşadığım üzücü bir olay beni yeniden yazmaya itti. Beni üzenlerle aynı seviyeye düşmemenin en iyi yolunun edebiyata sığınmak olduğunu fark ettim. O insanların ufukları yaşadıkları küçük taşra şehri kadardı ama benim önümde edebiyat gibi sonsuz bir dünya uzanıyordu. Bu hislerle ilk öyküm Gülmek İçin’i kaleme aldım. Yazdım deyince sanki birkaç saatte yazılmış gibi geliyor kulağa ama o öyküyü yazmam tam iki yıl sürdü. Çünkü nasıl öykü yazabileceğime dair hiçbir fikrim yoktu. Cesaretimi toplayıp öyküyü Ay Vakti dergisine gönderdim. 2010 Şubat’ında Gülmek İçin’in yayımlanması ile öyküyle olan bağım pekişti.
İyi bir okur olduktan sonra edebiyat öğretmeni olmak yazmak için bir avantaj gibi duruyor yine de.
İlk soruda da bahsetmeye çalıştım. Edebiyat bölümünü okumak şüphesiz bazı avantajlar getiriyor ama yazmayı kolaylaştırdığını söylemek zor. Edebiyat öğretmenliğinin en büyük getirisi Türk edebiyatının çağlar boyu süren macerasını başlangıcından günümüze kadar göstermesi oldu. Orhun Abideleri’nin muhteşem bir anlatımı vardır söz gelimi. Dede Korkut Hikâyeleri’ni okumayan birinin hayatında büyük bir boşluk olduğunu söyleyebilirim. Yakup Kadri’den Peyami Safa’ya, Reşat Nuri’den Orhan Pamuk’a birçok edebiyatçıyı derslerde işleme şansımız oldu. Bugün Anadolu üniversitelerinin çoğunda tek bir profesör görmeden mezun olan onlarca arkadaşımız varken bizim Saim Sakaoğlu, Mehmet Tekin, Ali Berat Alptekin gibi alanın değerli hocalarından ders alma fırsatımız oldu. İyi bir hoca duruşuyla, okumalarıyla, çalışmalarıyla öğrencisini ister istemez etkiliyor. O dönemde ne yazık ki bunun bilincinde değildim. Tekrar öğrenci olabilsem hocalarımdan bir şeyler öğrenebilmek adına daha fazla çabalardım.
Edebiyata bütüncül bir gözle bakmayı çok önemsiyorum. Bununla birlikte bunun için edebiyat okumaya gerek yok. Mesela ben öykü yazmaya başladığım dönemde aslında öyküyle ilgili çok az şey bildiğimi gördüm. Hatta açıkçası hiçbir şey bilmediğimi… Bunun üzerine öyküyle ilgili bulabildiğim ne varsa okudum. Bunların başında bugün de kütüphanemin başköşesinde duran öykü antolojileri gelir. Türün gelişimini ve bu türle ilgili eğilimleri görmek adına antolojiler büyük bir zenginliktir bence. Bu seçilmiş öyküler beni yazarlara, yazarlar kuramsal çalışmalara götürdü ve böylece öykü üzerine bir birikim kazanabildim. Belki bazı okurlar kızacak ama okuyan ve düşünen bir mühendis, doğru düzgün kitap okumayan bir edebiyat öğretmenine göre çok daha avantajlıdır edebiyatta.
“Prelüt” giriş ve başlangıç demek. Müzikte asıl eserin girişinde çalınan doğaçlama parça anlamında kullanılıyor. Öyküleri yazarken sadece anlam ve imge yönünü değil fonetik yönünü de düşünürüm. Okur benim yazdığım öyküyü nasıl seslendirecek, öykünün ritmi okura nasıl geçecek, sözcükler arasındaki ahenk okuru nasıl etkileyecek? Yazarken bunlara kafa yorarım. Şiirsellik ve müzikaliteyi yansıtması bakımından “prelüt” ismi bana cazip geldi.
Müzikal anlamı dışında burada bir söz oyunu da var aslında. “Son”u başa, başlangıç anlamındaki “prelüt”ü sona yazarak insan yaşamındaki döngülere değinmek istedim. Her son bir başlangıç, her başlangıç bir son neticede. Acılarımız mutluluğa, mutluluğumuz acılara gebe. “Bütün” olan parçalanıyor, parçalar bir gün mutlaka bir “bütün”e evriliyor. Acılarımızdan bu şekilde dersler çıkarıyoruz.
İkinci kitabında öyküler birbirinin devamı gibi. Karşılık bulamayan, platonik diyebileceğimiz aşkın farklı farklı anlatımı hatta kitap baştan sona nerdeyse bir aşk ağıtı. Öyküleri yazarken ya da kitapta yer alacak öyküleri seçerken bunun eleştirileceğini düşündün mü? Yapmak istediğin neydi?
Evet, henüz dosyayı hazırlarken bu konuda eleştiriler geleceğinin bilincindeydim. Söz gelimi sadece hüzünlü aşk temasını işlediğim, aynı konu etrafında dolaşıp durduğum, olay örgüsünü ihmal ettiğim, betimlemelerden kaçındığım, yazdıklarımın öykü değil denemeye yakın olduğu, aşırı soyut metinler kurguladığım gibi eleştiriler bekliyordum. Kitap okura ulaştıktan sonra bu minvalde eleştiriler geldi. Ancak edebiyatta bazı çıkışları gerekli buluyorum ben. Dergilerde okuduğumuz varoluşçu öyküler veya kesit öyküleri dışında neler yapılabilir diye düşündüm neredeyse iki yıl boyunca. Bu süre zarfında hemen hiç öykü yazmadım. Kendimce bir çıkış aradım. İlk kitabım Lav Denizindeki Ada’da hem olay öyküsü hem durum öyküsü vardı. Bugüne kadar mistik öyküler de yazdım varoluşçu öyküler de. Bunlar dışında yeni bir şey denemek istedim ve bir risk aldım. Aşkı merkeze alıp onun etrafında derinleşmek istedim. Aşk sadece bir insanın başka bir insana olan tutkusu değildir ki. Birçok duyguyu, olguyu, kavramı peşinde sürükler: Ayrılık, kavuşma, bekleyiş, imkânsızlık, tutku, özlem… Aşk teması merkezinde bunların derinliğine inmeye çalıştım. Yeterince derinleşebilmek adına ele aldığım aşk, erişilemeyen bir aşk olmalıydı. Bu erişilmezlik varoluşsal bir çatışma doğuruyor ve öykü kişilerinin ciddi anlamda hayatı sorgulamalarının kapısını açıyor. Ben buradaki aşka platonik aşk demem çünkü çoğunlukla iki kişinin birbirlerini sevmelerine rağmen aşka erişememeleri söz konusu yazdığım metinlerde. Böylece yoğun, şiirsel, imgeli bir öykü dili doğdu. Başarılı olup olmadığımı elbette zaman gösterecek. Ama bu kitaptaki öyküleri yazmış olmaktan pişman değilim. Sonucu zaman gösterecek.
Heyecanlı bir bekleyiş olacak senin için öyleyse. Bugünden bakınca ilk kitabın Lav Denizinde Bir Ada’yı nasıl görüyorsun?
Her ilk kitabın kendine göre kusurları oluyor. Titiz bir editöryal çalışmayla çok daha iyi bir kitap olabilirdi. Yayımlandığı dönemde sesimi okura duyurma imkânım pek de olmamasına rağmen okuyanlardan çok güzel tepkiler aldım. Sonuçta bir başlangıçtı Lav Denizindeki Ada. Şimdi olsa bazı öyküleri o kitaba almam ama bütününe baktığımda ardımda bıraktığım bu izden memnunum.
Şiir ve öykülerin yolunun dergilerden geçmesi gerektiği konusunda bir kabul var. Senin de öykülerin çeşitli dergilerde yayınlandı. İnternet üzerinden yayın yapan edebiyat siteleri dergilerin yerini alabilir mi? Bu sitelerde şiir ve öykülerin yayınlanması dergilere göre daha kolay çünkü. Yerini almasa da dergilerin alternatifi olarak bakılabilir mi bu sitelere?
Belli kanonik/merkez dergiler dışında edebiyat dergiciliğinin dijital ortama taşınacağına inanıyorum. İnternet dergiciliğini ve edebiyat blogculuğunu yapan, yapmaya çalışan çok güzel siteler var. Bunun yanında son on yıldır sosyal medya gerçeği var hayatımızda. Yaptığınız bir paylaşımla yazılarınızı, haberlerinizi, duyurularınızı yüzlerce hatta binlerce okura ulaştırabiliyorsunuz. Basılı dergilerin böyle bir şansı yok. Dijital yayınlar okur davranışlarını da analiz ve takip edebiliyor. Okur en çok hangi yazılara ilgi göstermiş veya hangi saatlerde yazıları kaç kişi okumuş… Bunları birkaç dakika içinde görebiliyorsunuz. Bir yazıyı yayımlamak için derginin bir sonraki sayısını beklemek zorunda değilsiniz. Hâl böyleyken bu kolaylıklardan neden yararlanmayalım?
Ayrıca dijital yayıncılığın maliyeti çok daha düşük. Dergilerin iki temel sorunundan biri basım maliyetleridir. Her yıl onlarca dergi yayınını sürdürmek için reklam bulmaya çalışırken kapanıyor. İkinci sorun ise dağıtım sorunu. Biz siteye bir yazı yükleyince internet bağlantısı olan herkes o yazıyı okuyabiliyor. Ancak basılı dergiler birçok il merkezine bile ulaştırılamıyor. Durum böyleyken basılı dergilerin çoğunun ömrünün çok da uzun olmayacağını söylemek yanlış olmaz. Geriye sadece prestij için basılan kurumsal dergiler kalacaktır.
Son dönemde yazılan öykülerin birbirine benzerliğinden hatta bir atölye öykücülüğünden söz ediliyor. Senin yazdıkların da dâhil olmak üzere ne düşünüyorsun bu konuda?
Ben de yayımlanan öykülerin büyük oranda birbirine benzediğini düşünüyorum. Bunda etkili olan birkaç faktör var. Kendimi bu eleştirilerden ayrı tutmayarak söyleyeceğim: Birincisi yazarlarda yaşantı zenginliğinin giderek azaldığını görüyoruz. Şehir hayatı içinde gittikçe birbirimize benziyoruz. Neredeyse herkes aynı sosyal tabakadan, aynı yetişme şartlarından geliyor. Benzer eğitim almışlar, benzer çevrelerde bulunmuşlar… İstisnalar olsa da gözlemim bu. İkincisi yazarlık atölyelerinin etkisi. Atölyeyi düzenleyen yazar kendi sevdiği öykü tarzını öğretiyor ister istemez. Kaçınılmaz bir biçimde bir tür dikte bu. Kursa katılanlar farkında olmadan kendilerine aktarılan o öykü anlayışını benimsiyor. Bunun bir sonucu da mekanik bir öykü dilinin ortaya çıkması. Üçüncüsü son yirmi yılda öykünün müthiş rağbet gören bir tür olması. Öykü yazarlarının sayısı arttıkça birbirinin benzeri öykülerin de sayısı artıyor ilginç şekilde. Açıkçası bir tür seri üretim gibi. Aslında tam tersi olmalıydı. Yeni yazarların sayısı arttıkça öykü dili zenginleşmeliydi. Ama nedense beklenen zenginleşme gerçekleşmedi.
Dilerim bu benzeyişten bir an önce kurtulur öykülerimiz. Kitabın çıkması sanırım bir tür mola gibi oluyor. Bundan sonrası için ne düşünüyorsun?
Uzun boylu planlarım yok. Önce ertelediğim okumaları yapmak istiyorum. Sonra bambaşka öyküler yazmak istiyorum. Ama önce bol bol okumak… Okumadan olmaz çünkü.
Bambaşka öykülerde buluşmak üzere öyleyse, söyleşi için teşekkür ederim Muhammet Erdevir.