Müjde Alganer ile Mythos Kitap etiketiyle okurla buluşan yeni öykü kitabı “Rabarba” hakkında konuştuk.
Serkan Parlak: Müjde Hanım, yeni öykü kitabınız “Rabarba” geçtiğimiz günlerde Mythos Kitap etiketiyle okurla buluştu. Önsözde “… ruhum bedenime yeterince eşlik edemiyor, fikren yaşlanmayı kabul etmiyor,” diyorsunuz. Son romanınızdan bugüne neler değişti, okurlarınızdan geri dönüşler aldınız ve yeni öykü kitabınızın ortaya çıkış sürecini sizden dinleyelim.
Müjde Alganer: Hakikatler Kulübü okunması kolay, sindirimi zor bir romandı. Geri dönüşler şahaneydi. Fakat iki senede hatta kitabın yazılış süresini de katarsak beş senede ben de artık yeni bir benim. Çünkü herkes ve her şey yenileniyor. Bu geçmişin silinmesi anlamına gelmiyor, bir tür geçmişe rağmen ve onunla beraber yeniden kendini tanımlama aslında. Hepimiz her yeni çocukta nasıl yeni bir anne oluyorsak öyle. Ezcümle, ruhum hissettiği bütün baskıya rağmen henüz çok matrak, insanların hayatı fazla ciddiye almasıyla dalga geçiyor, kendimle de dalga geçiyorum, hayatın bize dayattığıyla da… Bir yandan hayatın görmezden gelinmeyesi acıları var. Bunlardan biri yaşlılık ve salgından sonra güçsüzlükleri, var olma şekilleri, yaşam kodları dejenere olan yaşlılar ve yaşlılık mevzusu kafamı çok meşgul ediyor. Dikkatim son senelerde burada. Kendi yaş alma macerama ilaveten…
Serkan Parlak: Kitabınızın adı “Rabarba”nın anlamı nedir ve size nasıl bir esin oldu?
Müjde Alganer: Bu bir tür dırdır ve anlamsız insan seslerinin fonda yarattığı kalabalık anlamına geliyor. Şöyle astronot olup dünyanın seslerini uzaktan duymaya çalışsak ne duyarız, dırdırırırıdırıır, başka bir şey yok. Uzaktan her şey anlamsız. Sonuç ise hamura geri dönüş; sahip olduğun her ne varsa ses, nefes, beden vs. hepsine rağmen! O sesler uğultu ve insan var oldukça var olacak. Her münferit ses kalabalıkta önce var olup sonra yok olurken yerini başkalarına bırakacak. Ses orada var olmaya devam edecek.
Serkan Parlak: Müjde Hanım, öykülerinizin merkezinde genellikle kadınlar var. Öykülerinizin izleklerinden olan kadınlık ve erkeklik durumları, evlilik, günlük hayat, statü endişesi, aile, aşk, ayrılık, aldatma ve bireysel yabancılaşma… Zamanın ruhundan etkilendiğinizi söyleyebilir miyiz?
Müjde Alganer: Zamanın ruhu tuz ruhundan beter ama nasıl diyeyim, soruya hayır demek mümkün mü? Herkes arayış içinde. Anlaşılma, sevme ve sevilme ihtiyacı. Desteklenme, takdir görme, var olduğunu hissetme ve benliğini kabul ettirme ihtiyacı. Peki, bunu kimler hak ediyor? Bu zalim bir soru oldu. Bunu kimler kendine çekiyor, kimler cevaplara erişiyor diyelim hadi! Ben elli küsurluk bir kadın olarak gördüğüm “oncasından” sonra, doğal olarak bu konular hakkında yazdım. Açıkçası bugüne ait olmayan, fantastik veya zorlama geçmiş zamanlar beni okur ve yazan olarak çekmiyor. Bence biz bugünü kurcalamalıyız. Merceğim insiyaki olarak bugünde. Çünkü bugünler çokça şeye gebe.
Serkan Parlak: Kitabın ilk öyküsü “Intıs, ıntıs, ıntıs”ta salgın dönemini bir tür kaos halinde geçiren bir aileye yakından bakıyoruz. Sosyal medya fenomeniyle çekim planları yapan Gazeteci Serkan’ın -karnı çok aç, yiyecek tost bile yok- mercek ve tripodunu yeğeni bozuyor. Kız kardeşi iş yerinde, yeğen uzaktan eğitim için ekran başında, babaanne ise ev işlerinde, dolma sarmakta. “Yaşlılar isyanda, çocuklar da saksıda büyüyor artık.” Bu öyküde mizahi üslubunuz yer yer gülümsetiyor, sizce salgın dönemi bu tarz tuhaflıklarıyla mı hatırlanacak?
Müjde Alganer: Salgın aklımızı aldı. Tuhaflık tanımlaması az kalıyor sanki! Sonuçta bütün tanımlamalar da değişti artık. Sıfırdan ve başka bir bilincin hakimiyetinde bütün hatırlayışlar. Bu yüzden o dönemi biraz daha deşmeliyiz. Bu öykü birçok okura belki hafif gelebilir ama buzdağının en yüksek, en afili tepesi. Bir kere çok derin ama yanına yaklaşılması bile zor bir “fetiş” konusuna kapı açıyor. Bu kapı bizi birçok yere götürebilir. Nitekim kitabın sonu da buna bağlanıyor -anlatıcı inkar etse bile- “Ben diyor, ‘…müstesna bir meraka sahibim, bunu kimse bilmiyor, ceviz ağacı bile’ ”
Serkan Parlak: İkinci öykü “Bir Ada Macerası”nda başka bir öykünün erkek kahramanı ile anlatıcı kahramana, yani nişanlısına odaklanıyoruz. Birlikte çıktıkları ada yolculuğu sırasındaki tuhaflıklar, durum komiklikleri, yeme içme meseleleri ve bitmek bilmeyen telefon konuşmaları derken muhtemel sonlarla, öyküyü gülümseyerek bitiriyoruz. İlişkileri zorlamak yerine akışa bırakmak daha iyi bir çözüm olabilir mi? Bunu mu ima ettiniz?
Müjde Alganer: Aslında bunlar hayat durumları. Defalarca içlerinden geçip de “şimdi ne yapmalıyım acaba” dediğimiz. Gençken önümüzde sonsuz seçenekler var gibi gelir, aslında yoktur! Sonra da yıllarca kapanında kısılı kaldığımız seçim kazaları yaşarız. Biz kadınlar bağlanmaya o kadar meraklıyız ki karşımızdakinin henüz “olmadığını” ve bize uzun vadede hitap edemeyeceğini anlamaktan aciziz. Belki yeni kuşaklar âşık bile olmayı beceremeyecek, fakat bu da bir gerçek.
Serkan Parlak: Üçüncü öykü “Menekşe”de bu kez gazetecinin eski sevgilisini tanıyoruz. Menekşe, yazar olmak istiyor. Katıldığı yaratıcı yazarlık atölyesinde olumsuz eleştiriler aldığı bir gece; atölyenin bilge, marjinal kadını Belgin’le sır dolu bir motosiklet yolculuğuna çıkıyor. Yolculuğun sonunda hayatla, yazma nedenleriyle ve kendisiyle yüzleşiyor. Belgin, “Derdi olan, mutsuz olan, yarası olan yazar. Ya ağzını açmayacaksın ya da açtıysan şifayı önce kendine vereceksin,” diyor Menekşe’ye, katılıyor musunuz?
Müjde Alganer: Valla “mutsuz olan yazar” konusuna elbette katılıyorum. O yüzden mutlu olmamak katlanılabilir bir şey haline geliyor. Burada aslında yazarlık atölyelerine çok katılmış biri olarak gerçekle kurgu karışık bir olay örgüsü yarattım. Sonuçta hepimiz -bir kısmımız daha çok- mutsuz olduğumuzda daha çok yazarız. Mutluysak ve yazıyorsak bir sorun var demektir. Ha mutlu olmak suç mu yahu? Değil! Ama bu ülkede her şeye ve herkese rağmen mutluysan, ancak toprakla uğraşıyorsun ve geçimin bir şekilde sağlanıyor olmalı, derim…
Serkan Parlak: Birbiriyle ilişkili öykülerin her birinde anlatıcı değişiyor hatta anlatıcı ve anlatım biçimleri de…
Müjde Alganer: Bir kemancı zanaatını çeşitli ve farklı dönemleri ve bambaşka ritimleri farklı ustalıkla çalarak ortaya koyar ya. Bence yazanlar da biraz buna soyunmalı artık. Her şey yazıldı, söylendi senin farkın ne? Sana niye zaman ayırayım ki? Bir itiraf, ben bana ilham veren ve gönül kapılarını açan yazarlarla vakit geçirmeyi seviyorum. Yoksa sırça köşklerde yaşayan hayat tecrübesi sığ insanları okuyamıyorum ne kadar istesem de. Ya da hâlâ daha geçmişinde debelendiğini hissettiklerim de beni tatmin etmiyor. Renk, şaşırtı ve heyecan arıyorum bir süre sonra. Kendini yeniden tanımlayan insanın ürününü görmek, hissetmek istiyorum. Bu çok usta, mahir filan olmak zorunda değil, samimiyet önemli. Yazılanda artık aşkın bir şeyler bekliyorum. Söylenmemiş, değinilmemiş olanları duymak ve okumak beni heyecanlandırıyor. Çok mu şey istiyorum sizce?
Serkan Parlak: Uzun zaman çalıştıktan sonra nasıl bir hisle son noktayı koydunuz öykülerinize? Yazarken yeni şeyler keşfettiniz mi; duygu, düşünce dünyanıza öykülerinizin ne gibi katkıları oldu?
Müjde Alganer: Yazmak, yazan için bir şov değil aslında, terapi. Algıladığın gerçekleri sayfada nasıl aktardığını görünce, tanışmadığın yeni kendine göz kırpıyorsun aslında. Ne komik, ne acı ve ne tatlı. Hiçbir zaman hayal ettiğim denli anlaşılmayacağım. Bu bir tür korunma belki de. Seni ancak satırlarının dibini kazıyanlar anlayabilecek. Bu birkaç mezarcı da yazarı için dünyalara bedel olacak.