BİLİNMEYEN SULAR Mevsim Yenice’nin ikinci öykü kitabı. TEKME TOKATLI ŞEHİR REHBERİ’ni çok beğenmiştim. İlk kitabında şehir yaşamını yer yer mizahi bir dille anlatan yazar, BİLİNMEYEN SULAR’da bireyin iç dünyasına odaklıyor gözlemlerini. Rahat anlatımı usta gözlemlerle birleşince kısacık ama yoğun, alt metinleri güçlü öyküler çıkmış ortaya. 2019 Notre Dame de Sion Mansiyon Ödülü’nü de alan ilk kitabındaki başarısı ile kendisinden çokça söz ettiren MevsimYenice’nin bu kitabının da çok konuşulacağı ve sevileceği kesin.
Bilinmeyen Sular’da her öyküde bir hayvan yer alıyor. Bu hayvanlar, arada bir başlarını uzatıp gözlerini bize dikerek “Ey insanlar, biz de tanığız sizin maceranıza ve her şeyi görüyor, biliyoruz.” der gibi bakıyorlar. Diyeceğim o ki ayrıntılar iyi düşünülmüş, öykülere iyi yedirilmiş, yer yer ayrıntı olmanın ötesine geçip öykünün kendisi olmuş. Mevsim Yenice’nin imgeler ve eğretilemelerle kurduğu öykü evreni bana James Wood’un “Büyük yapıtlar bizden metne daha yakından bakmamızı talep ettiği gibi eğretilemeler ve imgeler yoluyla konunun dönüştürülmesine katılmamızı da ister.” sözlerini anımsattı.
Polonyalı roman yazarı William Gras okurlarına kitaplarını çözümlemeye çalışacaklarına, onlarla dans etmelerini önerirmiş. Yıllardır yaptığım okumalarda kendimi bu eğlenceli okumadan mahrum bıraktığımı düşündüm. Bu kitaba başlayıncaya kadar, cümlelerin altını çizerek, boşluklara notlar alarak yaptığım okumalarda bu keyifli dansın ritmini kaçırdığımın ayrımına vardım. O ritmi yakalamak için önce tadına vara vara okudum kitabı. Ardından başa dönüp bu sefer notlar alarak, cümlelerin altını çizerek okumaya başladım. Bunu yaparken son öyküdeki anlatıcının duygusu ile bütünleştiğimi hissettim. “İzlendiğinin farkında olarak yaşayabilmek esas gücün el değiştirmesi demek.”(s.92) Ben de artık içeriği bilerek ilerliyordum öyküler arasında ve esas gücü elime geçirmiştim.
Kitaba adını da veren ilk öykü BİLİNMEYEN SULAR, baba-oğul ilişkisine, iletişimsizliğine, odaklanıyor. Babalar neden kocaman duvarlar örer çocukları ile aralarına, rüyadaki baba kadar neşeli ve paylaşımcı olamaz mı kahvaltıdaki baba? “Anahtarım yok ki benim” diyen oğula “ Nasıl yok, eskiden koyduğun yerde, ayakkabılığın üstündeki çanağın içinde duruyor, ellemedik, sen al onu giderken, unutma bak” diye rüyada değil de gerçek hayatta oğluna/ kızına sarılarak söylese daha güvenli olmaz mı ilişkileri? “Evden ayrıldın ama kapımız her zaman sana açık.” demek bu kadar mı zor?” diye düşünüyoruz anlatıcı ile birlikte parmaklarımız bir kürenin üzerinde bilinmeyen sularda ilerlerken. Kimi rüyalardan uyanmak istemeyişimiz gerçeğe dönme korkumuzdan kaynaklanmıyor mu?
YAMAÇ, bir fotoğrafı konu alarak yazılmış. Yaşamda kendine bir yer bulma, ait olma duygusunu, kendini güvende hissetme isteği için verilen mücadeleyi anlatan bir öykü. Öyküyü okuyup bitirdiğimizde, bir köpeğin de yer aldığı kalabalık bir fotoğrafa kendini sıkıştırmaya çalışan ama bir türlü bunu gerçekleştiremeyen gencin kan ter içindeki görüntüsü kazınıyor belleğimize. “Çaresizlikten beslenen umudun ona yaptırdıklarını izliyordum çıt çıkarmadan.” (s.23)diyor anlatıcı, ailesinden uzakta bir yurda yerleşen bu gencin yalnızlığına bizi ortak ederek. Olay, bir fotoğrafın yorumlanması, onun üzerine kurulan hayaller gibi anlatılsa da alt metinlere indiğimizde, evinden uzakta yeni bir yaşama başlayan gencin, oda arkadaşının dostluğunu, yakınlığını, arkadaşlığını kazanma, yalnızlığından, ürkekliğinden kurtulup kendini güvende hissetme arzusuna tanık oluyoruz. Onun çaresizliği ile sarsılıyoruz. Çünkü o, bizim de yalnız kalma korkumuzun öyküsü.
PES, neşeli, hoşça zaman geçirilecek bir oyun gibi başlasa da kurgunun üzerindeki tülü araladığımızda arkasına saklandığımız kurgulanmış benliklerimiz çıkıyor ortaya. Aile, toplum, geleneksel yapı, yetişme biçimlerimiz ve aldığımız eğitimler tarafından bize takılan maskeler. Hayatın sahnesinde kendine verilen rolleri oynayan maskeli oyuncular. İçimizden biri bu rolleri reddetse, oyunda pes etse, belki de o kadar erken başlayacağız kendimizi oynamaya, yaşamaya. Roller, kodlar, kaygılar, susuşlar, sineye çekmeler, maskeler ve elimizden kayıp giden bir yaşam…
DOSTLAR BÖYLE YAPAR ÇÜNKÜ bir sürükleniş öyküsü. İki insanın, gerçekleşmeyeceğini bildikleri düşlerine inanmış gibi yapma, bile bile aldanma öyküsü. Merak edilen yeni yaşamlara açılmak, gitmek, kaçmak, kurtulmak; gidememek. Alıştıklarımız arasında gidip gelmek, sürüklenmek, kendimizi kandırmak, ezberlediklerimizi yapmak, onaylıyormuş gibi göründüklerimize içten içe inanmamak… Sıkışmışlık, çıkışsızlık, boşluk, açmazlar, kendimizi yeniden yeniden, her gün bir kez daha kandırmaya çalışarak bir tekrarı yaşamak; bir tahterevalli gibi bir aşağı bir yukarı ya da demirleri paslanmış bir salıncağın gıcırtıları arsandaymışçasına bir ileri bir geri gidip gelmek…
KIRK SANİYE bir yanıyla yalnızlıkla mücadeleye diğer yanıyla da babanın yaratığı çocukluk travmalarıyla yüzleşmeye dayalı bir öykü. İçimiz bir kez daha burkuluyor okuyup bitirdiğimizde.
BATAKLIK BALIĞI’nda doğanın, bir ressamın tuvalinde sanata dönüşmesini izliyoruz hayranlıkla. Ressamın eserini oluştururken gösterdiği özene, görünenin ardındaki görünmeyen güzelliği yakalayabilme uğraşına, renk paleti ile tuval arasındaki boğuşmasına, bir bataklıktan eşsiz bir güzellik yaratma çabasına tanık oluruz. Yamaç’taki gencin bir türlü fotoğrafa girip orada kendine bir yer bulamayışına üzülürken bu öyküde ressamın yardımcısı Theo’nun, karşısındaki büyük tuvalin sağ alt köşesinde, rengarenk onca figürün arasında, kibrit kutusu büyüklüğündeki boşluğa kendini yerleştirmesine seviniyoruz.
PUANTİYELİ PLASTİK BİR ŞEMSİYE’yi okurken her satırda Rita Felski’nin “Okumak bütünüyle yalnız olmadığımı, benim gibi düşünen veya hisseden başkalarının da olduğunu doğrulayarak başka hiçbir yerde bulunamayacak bir teselli ve dinginlik sunabilir. Bu yakın ilişki kurma deneyimiyle kendimi kabul görmüş hissederim; görünmezlik korkusundan, görünmüyor olmanın dehşetinden kurtulurum.” diyen sesini duyar gibi oldum Pink Floyd’un odama dağılan ezgileri arasından. Anlatıcının gözlemleri, sahte davranışlara dayanamayışı, o masada olmaktansa dip odaya gidip kaşkol olma isteği “Bu böyle devam edecek, saatler geçmeyecek, gece hiç bitmeyecek, sonsuza dek bu masada oturup yalandan gülümsemek zorunda kalacağız diye endişe ediyorum.”(s.67) dediği ortamlarla karşılaşmayanımız, o ortamlarda bulunmak zorunda kalmayanımız var mı diye düşündüm. Yalnız değilsin, çoğumuz zaman zaman böyle durumlara maruz kalırız, diyesim geldi mutsuz ve kaygılı anlatıcıya. Sonra kurmaca ne işe yarar diye düşümdüm Rita Feski’ye özenerek. İnsanın çelişkilerini ortaya çıkarır, kişiyi bütün yaptıklarıyla, düşündükleriyle, planladıklarıyla, hırsları, korkuları, kaygıları, üzüntü ve sevinçleriyle ortaya kayar; günlük yaşamda söyleyemediklerimizi, sustuklarımızı, yutmak zorunda bırakıldıklarımızı, içimize ittiklerimizi gösterir bize kurmaca, diye yanıtladım kendi sorumu. Bunları düşünürken Oscar Wilde’in “Edebiyat gerçekten daha gerçektir.” sözünün anlamı bir kez daha bilince çıktı belleğimde. Eşinin aldığı terfiyi kutlamak için bir sofrada yan yana gelen iş arkadaşlarını “Bir labirente bırakılmış, uzaktaki peynire ulaşabilmek için durmadan etrafı koklayıp dar koridorlarda iz bulmaya çalışan zavallı fareler”e benzeten kadının iç gerginliğine ortak oldum öykü boyunca ve bir kutlama mesajı da ben göndermek istedim Shakespeare’in Atinalı Simon oyunundan aldığım sözlerle.
“Sizi sırıtkan, yapışkan, iğrenç sömürgenler sizi!
İnsanın yüzüne gülüp kuyusunu kazanlar,
Dost yüzlü kurtlar, tatlı dilli ayılar sizi,
Para budalaları, sofra sülükleri, iyi gün sinekleri
Süklüm püklüm uşaklar, uçarı dumanlar, kalleş kuklalar” Bir kadeh de benden, yarasın.
Kitabı okuyup bitirdiğimde “Bir akşam evimde bir masa hazırlayıp öykülerin anlatıcılarını ve Bataklık Balığı’ndaki ressamı o masaya oturtsam, onlarla birlikte masada yerimi alsam, neler konuşurduk acaba, nasıl bir ortam olurdu?” diye düşündüm. Hatta Mevsim Yenice’yi davet edip etmemekte karasız kaldım. “Ola ki ‘Bana neden böyle bir yaşam çizdin?’ deyip tatsızlık çıkaran olur, gerekirse ona da telefonla bağlanırız.” dedim sonra.
Son söz Carlos Fauntes’ten:
“Tüm bildiklerim, bir de bu hayatlar, hikâyeler ve bu sözcükler beni bütünlüyor.”
Yazının bir bölümü özellikle dikkatimi çekti; sanırım ben de metni çözümlemekten onunla dans etmeyi unutanlardanım. Bu yazı bana yeni bir okuma biçimi kazandıracak. Başarılı bir tanıtım, teşekkürler…