“Güzel bir rüyan var diye hayatı uykuda geçiremezsin.”
İsmail Güzelsoy
Değmez, İsmail Güzelsoy’un “Fenni Sihirler” serisinin ilk kitabı. Serinin diğer kitapları Hatırla ve Gölge. Kitabı elime alıp incelediğimde bazı bölüm başlarında kullanılan, kuzgunla karga arası görsel ilgimi çekti ve beni başka bir esere, Edgar Allen Poe’nin Kuzgun şiirine götürdü. Sunuştan sonraki sayfada Poe’den bir alıntı ile karşılaşmam ve siyah karganın adının Nevırmor olması bunun tesadüf olmadığını gösterdi. Bu durum bana Carlos Fauntes’in “Bu dünyada babasız bir kitap, öksüz bir cilt var mıdır? Başka kitapların soyundan gelmemiş bir kitap? İnsanlığın yazınsal imgeleminin o ulu soy ağacının bir dalı olmayan tek bir kitap sayfası var mıdır?” sözünü anımsattı. Değmez’i okurken “Kuzgun” da yol arkadaşım olacaktı. Edgar Allen Poe’nin Kuzgun’da, birimlerin sonunda, kullandığı “nevermore” sözcüğünün sayısı ile İsmail Güzelsoy’un “değmez”i kullanma sayısının aynı olduğunu da ilginç bir ayrıntı olarak belirteyim.
Değmez, romanın oluşum sürecini anlatan bir sunuşla başlıyor. Sunuş metninde kitabın, 1998’de felç geçirip yürüyemez olan Değil Efendi’nin arzusu üzerine, evlatlığı Yamalak’ın teybe kaydettiği tanıklıklar üzerinden oluştuğu, bu tanıklıkların da Değil Efendi’nin Anadolu kasabalarında anlattığı mesellerin gerçek kahramanlarıyla yapılan sohbetleri, anlatıları içerdiği belirtiliyor. Yazar bu sunuşla, eserde anlatılan olaylara dışarıdan baktığını göstermeye, eserle kendisi arasında bir mesafe oluşturmaya çalışırken bir yandan da sunuşu kurguya dâhil ediyor. Kitaba imzasını koymayan Yamalak’ın, bütün taraflarla görüştüğü, yaşamayan kahramanların da yakınlarına ulaştığı ve kayıtları yaptığı söyleniyor. Nitekim bazı bölümlerde kahramanların Değil Efendi’ye selam ve geçmiş olsun dileklerini gönderdiklerini okuyoruz.
Roman, iki ülke arasında sınır çizen Aras nehrinin iki yakasına konan sonra da nehrin Türkiye yakasında buluşup konuşmaya başlayan iki karga ile açılıyor. Bu konuşmalardan, edip Faruk Ferzan’ın nehrin buz tutmuş sularının altında yarı ölü yarı diri yattığını öğreniyoruz. Yazar burada da kurguyu gerçeklikle gerçekdışılık arasına yerleştirerek masalsı bir boyuta eviriyor anlatıyı.
Romanda yan yana ilerleyen pek çok hikâye ve onların içindeki iç hikâyelerle, romanın başkişisi Faruk Ferzan’ın yaşamı ile kesişiyor. Canterbury hikâyeleri gibi ilerleyen romanın girişinde, Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında uzanan Aras nehrini geçtikten sonra sınırın diğer ucundaki dişbudak ağacına konup çevreyi izleyen Nevırmor’un, bir gözüyle buz tabakaları altına sıkışan Faruk Ferzan’a bakması, bize olayların Faruk Ferzan üzerinden gelişeceğinin ipuçlarını veriyor, hatta bir sınır geçme ya da geçememe hikâyesini de işaret ediyor. Simsiyah’ın özgüveni, bilgi birikimi, olaylar ve durumlarla ilgili olarak Nevırmor’a yaptığı açıklamalar romanın ilerleyen bölümlerinin biçimlenmesine kapılar aralıyor. Nevırmor baskı altında, bir kafeste, dünyadan habersiz, sadece sahibi Süleyman’dan öğrendikleriyle büyümüş, üstelik bir gözü Süleyman tarafından oymuş bir kargadır. Simsiyah ise donanımlıdır. Geçmişini bilir, çevresini bilgilendirir. Romanın girişinde edindiğimiz bu bilgiler, bizi akış içinde Nevırmor’la Faruk Ferzan’a, Simsiyah’la da Süreyya’ya, onların kişilik özelliklerine ve mücadelelerine götürür.
Faruk Ferzan’ın hikâyesi, doğanın sesini duyan, rüzgârla, çiçeklerle, ağaçlarla, yolla, ayazla konuşan, kırlarda geri geri yürüyen, bu davranışları nedeniyle bir dönem tımarhaneye gönderilen Ninno’nun bir gece yarısı ayazla konuşup Faruk Ferzan’ın Aras nehrinde buz tabakaları altında yarı ölü yarı diri yattığını söylemesi ile başlar. Ninno gidip onu kurtarmak ister ama kimsenin kendisine inanmayacağını, yine deli damgası vuracaklarını, belki de tımarhaneye göndereceklerini düşünür. Yataktan birkaç kez kalkar, hazırlanır, gene yatar. Sonunda dayanamaz, durumu eşi Dürdane’ye anlatır. Eşi kendisine arka çıkınca Doslar sakinleri ikna edilir, Faruk Ferzan Aras nehrindeki buz tabakalarının altından çıkarılır, Doslar Kasabası’na getirilir, Sadere tarafından ameliyata alınır. Sadere bu ameliyatı usta çırak ilişkileri ile öğrendiği tıp bilgilerini uygulayarak gerçekleştirir. Faruk Ferzan’ın kangren olan ayağı kesilir, ona ölen bir askerin ayağı takılır. Bu ameliyat sırasında elinin parmakları da Doslar sakinlerinin parmakları ile değiştirilir. Buz tabakaları altından çıkarılan bedenine uygulanan tedaviden sonra iyileşmesi, Faruk Ferzan’ın yaşamında yeni bir dönemin başlangıcına işaret eder. Bu tedavi sırasında, hiç gerek yokken, Doslar Kasabası sakinlerinin birer parmağı Faruk Ferzan’ın parmaklarıyla değiştirilir. Şaşkınlıkla okuduğumuz bu bölüm bize başka bir durumu, Süreyya’yı ortak evlat olarak büyütenlerin bir daha ona temas edemeyeceklerini, hiç değilse Faruk’a eklenen parmaklarıyla kızlarına dokunabilme isteğini sezdirmek ister gibidir.
Faruk Ferzan’ın yaşamını kimi Nevırmor’la Simsiyah’ın konuşmalarından kimi de kasete anlatılanlardan öğreniyoruz. Faruk Ferzan’ın babası kaptandır. Sefer dönüşlerinde eve kitaplar getirir. Annesi bu kitapları okurken Faruk annesini hayranlıkla izler ve onun resimlerini yapar. Annesine tutku derecesinde bağlıdır. “Annemi seyredişimin kayıtlarıydı çizdiklerim. Zamanın sürükleyip götürdüğü güzellikten kaçırabildiklerimdi.”(s.117) der. Annesinin resimlerini çizerken ustalaşan Faruk, yaşadıkları yerde açılan Sihirbaz Mandereyke Fenni Sihirler ve Hileli Aletler Dükkânı’nda sihirbazlık oyunlarının resimlerini çizmeye başlar. Kendini geliştirir. Babasından gelen “Beni beklemeyin, bir daha gelmeyeceğim,” yazılı telgraftan sonra annesi intihar eder, Faruk da İstanbul’a dayısının yanına taşınır. Bir gün dayısı Faruk’u elinden tutup çalışması için Serbest Gazetesi’ne götürür. Faruk orada çalışmaya başlar. Süreyya Mogollu ile de orada tanışır.
Süreyya, Serbest Gazetesi’nin başyazarıdır, rejimle sürekli didişen, kendi deyimiyle “hürriyetperver” bir yazardır. Faruk Ferzan’ın çizimlerini beğenir, ondan bir tefrika ister. Faruk, Mandareyke’yi çizebileceğini düşünür. ”İnsanlar gözlerini kırptığı anlarda onlara kanmak isteyecekleri yalanları sunacaktım. Dünya Mandareyke’nin Fenni Sihirler Dükkanı’ydı. Benden tezgâha geçmem isteniyordu şimdi,”(s165) der ve işe koyulur. Faruk Ferzan’ın edip olma süreci bundan sonra başlar. Hazırladığı tefrika ilgi ile karşılanır. Süreyya her bölümü soluk soluğa okur, devamında olacakları sabırsızlıkla bekler. Bu arada Süreyya ile ilişkileri gelişir, birbirlerinden hoşlanmaya başlarlar. Ne var ki Süreyya gazetenin sahibi, kendisinden yaşça epeyce büyük Süheyl Mogollu ile evlidir.
Değmez’de kadınların öne çıktığını, bulundukları yeri, ilişki içinde oldukları kişileri değiştirip dönüştürdüklerini görürüz. Kadınlar mücadele içindedir, sözleri dinlenir, bulundukları ortamda kolay yer edinirler, belirleyicidirler, kendileri ve içinde yaşadıkları toplum için korkusuz adımlar atarlar. Haklı oldukları konularda asla geri durmaz, amaçladıklarını gerçekleştirmek için kusursuz planlar yaparlar. Yelda’nın pavyondaki kadınları kaçırması, o kadınlarla birlikte inşa ettikleri yaşam, Süreyya’nın gazetedeki mücadelesi buna örnek olarak gösterilebilir. Yazarın, kocası öldükten sonra pavyona satılan Yelda’nın kimliğinde kadın sorununu gündeme aldığını söyleyebiliriz. Yelda’nın benliği, bedeni, kimliği parçalanmış, satıldığı her pavyonda yeni bir adı olmuştur. Fatma, Belkıs, Gönül, Yelda. “Öfkeli bir tokattır zaman.” Yelda için (s.71) Geçmişini fotoğraf kareleri gibi düşünüp gözünün önünde canlandırdığında hiçbir fotoğraf ona umutlu şeyler anlatmaz. Hiç masal dinlememiş bir kız çocuğudur o, küfrün dua, duanın küfür yerine kullanıldığı öfkeli ruhlar zindanında alınıp satılan bir maldır. Başı okşanacak yaştayken vücudu hoyratça deşilendir. Yelda’nın yaşamının acı yönlerinin anlatıldığı bölümde bir yandan onun acılarını içimizde hissederken bir yandan da toplumun ahlak anlayışını sorgularız. Yelda’nın yaşadıkları üzerinden yaklaşık yüz yıl geçmiş olmasına rağmen günümüzde benzer durumların yaşanması eril sistemin kadın üzerindeki tahakkümünün sürdüğünün kanıtıdır. “Bir kadın yaşadığı hayattan daha güzel rüyalar görmüyorsa o ölüdür. Ben ölü bile değildim. Ölmek bir varlık olduğumu hatırlamama yardım eder miydi? Ani ölümle ölmek isterim. Saçlarımı tarayan anneme gömülmek isterim,”(s.76) diyen Yelda’nın, Sadere tarafından tedavi edildikten sonra yavaş yavaş kendine gelmeye başladığı sırada zihninden geçen bu cümlelerde, benzer acıları yaşayan kadınların dünden bugüne gelen çığlıklarını, inlemelerini duyarız. Tabi ölmedilerse, öldürülmedilerse…
Yelda, okura kadın sorunları ve mücadelesi üzerine düşünme, onları irdeleme olanakları sunarken Süreyya kadının politik arenadaki yerini sembolize eder. Bu ana- kız hikâyesinde birbirine benzeyen rastlantıların olduğunu, neredeyse bazı yönleriyle aynı kaderi yaşadıklarını görüyoruz. İşte bu rastlantılardan bazıları:
* Süreyya, depremde yerle bir olan, neredeyse kimsenin kurtulamadığı, kurtulanların da hastalanarak öldüğü Doslar Kasabası’nda dış gebelikten doğan bir çocuktur. Yelda pavyonda çalıştırıldığı için kısırlaştırılmıştır. Erzurum’daki pavyonda öldüresiye dövülüp yolun kenarına atılmıştır. Onu Sadere bulur, tedavi eder sonra da evlenirler. Yelda hamile kalınca Sadere uyguladığı tıbbi yöntemlerle anne karnında yapay bir rahim oluşturup gebeliğin sağlıklı bir biçimde ilerlemesini, doğumun gerçekleşmesini sağlar. (Bu durum bugünkü tıbbi gelişme ile bile mümkün değildir.) Bir bakıma Süreyya tesadüfen doğan bir çocuktur. Yelda da tesadüfen Sadere ile karşılaşmış, hayatı değişmiştir. Süreyya, okul çağına geldiğinde Doslar Kasabası yakınlarına yolu düşen Süheyl ve Muazzez Mogollu ile tanışmış, Muazzez Hanım onu yanında götürüp okutmak için diğer aile üyelerini ikna etmiştir. Yani Süreyya’nın okuyabilmesi de bir tesadüfle olmuştur.
* Yelda pavyona satılmadan önce kendisinden yaşça çok büyük bir adamla evlendirilmiş, adam ona eşi olarak değil kızı olarak yaklaşmıştır. Onun pavyonda çalıştırılmaya başlaması kocasının ölümünden sonradır. Süreyya da Muazzez Hanım ölükten sonra Süheyl Mogollu ile formalite bir evlilik yapmış, onların da karı koca ilişkisi olmamıştır.
* Yelda Doslar Kasabası’da yaşama tutunmuş, hem yaşadığı yeri cennete çevirmiş hem de her konuda danışılan bilge bir kadın olmuştur. Kasaba halkının acılarını dindirmiş, gece gündüz, geçmişte kaybettiklerinin hayaletleri ile yaşayan insanları acıları ile yüzleştirmiş, onlara yas töreni yapıp sonra da kendisinin kurtulduğu pavyondan diğer kadınların kaçırılmasına öncülük ederek kaçırdığı arkadaşlarını Doslar’ın erkekleri ile evlendirmiş, Doslar’da yeni bir yaşam inşa etmiştir. Süreyya, “Mogollu” ailesinin yanında okumuş, onların desteği ile kendini geliştirmiş, politik arenada yerini almıştır. Faruk Ferzan’ın elinden tutmuş, onu geliştirmiş, yetkin bir edebiyatçı olmasını ve politik bir kimlik kazanmasını sağlamıştır.
Değmez’in temel kahramanlarından biri de Sadere’dir. Olay kişilerinin çoğunun yolları Sadere aracılığı ile kesişir. Esere “Fenni Sihirler” alt başlığının verilmesinde etkili olan da Sadere’nin tedavi yöntemleridir. Sadere, Aras nehrine akan bir derenin başında ölü bulunan bir kadının karnında mucize eseri canlı kalmış bir geçmişten gelir. Ölü kadının boynunda bir haç ve Müslümanların taktığı bir muska vardır. Avcı bu bebeğin hayata tutunmasını sağlar. Bu ayrıntılar bizi 1915 olaylarına götürür. Bir müezzinin karısı Sadere’yi altı ay emzirir. Altı ayın sonunda Avcı onu yanına alır ve her sabah çivili bir kırbaçla dövmeye başlar. Bedeninde derin yaralar açılan Sadere, yaralarını doğadaki bitkilerden yaptığı merhemlerle iyileştirir. Kanımca, Avcı’nın çocuğu dövmesi annesi/ babası ölmüş, öldürülmüş Ermeni çocukların yaşadığı zorlukları ve acıları sembolize eder romanda. Sadere on altı yaşına gelmiştir. Avcı’nın ona yaptığı işkenceleri gören bir çoban, onu kurtarmak ister. Avcı durumu anlar, kamasının ucuyla çobanın gövdesine ve sırtına otuz yedi çentik atar, başını bedeninden ayırır. Çobanın öldüren Avcı’nın tutumu Ermenilerden geriye kalan çocukları koruyanların da cezalandırıldığı bir sürece denk düşer adeta. Sadere o gece çobanın bedeninden ayrılan başını ve akan kanını izlerken bu iki parçayı birleştirebileceğini ama ona can veremeyeceğini düşünür. İlk kez aklına kurtuluş umudunun düşmesiyle sevinirken kendini kurtarmak isteyen çobanın ölümünden de derin bir üzüntü duyar. Çobanın cesedi “Senin zevalden kurtulabilmen için canımı verdim. Ne yapacaksın şimdi?”(s.259) der gibidir. Sadere Avcı’yı öldürür. Avcı ölürken vücudundaki seğirmeleri dikkatle izler. Kasların yarılmasını, gözlerdeki korkuyu, sağ elin parmaklarının yavaş yavaş açılıp kapanmasını, nefes borusundan akan kanı, sinir uçlarını, kemiğin üzerindeki kıkırdağı… Metinlerarasılık yöntemine sık sık başvuran yazar, bu bölümle bir başka romana, Ödön Von Horvath’ın Tanrısız Gençlik’ine, götürür okuru Tanrısız Gençlik’in kahramanı T’nin en büyük arzusu, bir insan ölürken onun bedeninin gösterdiği tepkileri izlemektir. İsmail Güzelsoy o romandaki kahramanın isteklerini Sadere üzerinden gerçekleştirmiş gibidir bu bölümde.
Sadere Avcı’nın başını onun hiç sevmediği ceviz ağacının dibine, çobanın başını da gövdesinin yanına koyar, çobanı yanağından öper, Avcı’nın ilaç dolu sandığını sırtına bağlar, yola koyulur. Karşılaştığı canlıların hastalıklarını ve yaralarını iyileştirerek ilerlerken yolda Usta ile karşılaşır. O güne kadar bir adı olmadığının ayrımında bile olmayan Sadere’ye adını Usta verir. Artık bir bireydir, bir adı vardır, kendisi olmaya başlamıştır, ne istediğini bilir ve isteklerinin ardından gider. Yolculuğun bundan sonrası Usta ile devam eder.
Usta, daha çocuk yaştayken Firdevsi ve Hafız’ı okumuş bir şairdir. Dört ciltlik bir divan yazmıştır ama onun sadeleşmesi, kısalması gerektiğini düşünür. “Uzun söz uçucu ve yorucudur, uzun yola benzer. İnsan kendisini hemen tanımak, anlamak ister, onun için kısaltmaya karar verdim,” (s.277) der ve divanı tek sözcüğe kadar indirir: Değmez. Amacı Şiraz’a ulaşıp o sözcüğü Hafız’ın kabrine fısıldamaktır. Buna ömrü yetmez, dört ciltten süzülerek gelen “değmez”i Sadere fısıldayacaktır Hafız’ın kabrine. Usta, ölmeden önce Sadere’yi Yakup Ali ile tanıştırır. Yakup Ali’den kitaplar ve modern tıp bilgileri alan Sadere, şimdi de onun yönlendirmesi ile Selman Dermani ile tanışacak ve modern tıp bilgileri ile kendini donatacaktır. Sadere büyük umutlarla geldiği Şiraz’da Selman Dermani ile tanışır ama onun çalışmaları karşısında şaşkına döner. Çünkü Selman Dermani ölümsüzlüğün peşindedir, kendisini ölümsüzlüğe ulaştıracak yöntemler başkalarının ölümleri, sonsuz cinayetler üzerinden gerçekleşecektir. Yazar bu bölümde bilimin kimin hizmetinde olduğunu sorgulatır okura.
İsmail Güzelsoy hemen hemen her kitabında bir veya birkaç tarihsel ve toplumsal olaya yeni bir kurgu ile yer verir. Değmez’i, romana özgü kurgu perdesini aralayarak okuduğumuzda, Süreyya ve eşi Süheyl Mogollu’nun 1940’lı yıllarda toplumsal ve siyasal mücadele veren, çalışmaları nedeniyle hükümet için sakıncalılar arasında yer alan, hapis yatan, sonra da yurt dışına gitmek zorunda kalan Zekeriya ve Sabiha Sertel’in yaşamlarına ulaşırız. Serbest Gazetesi ise, 1945’te basılan, talan edilen, yakılıp yıkılan Tan Gazetesi’dir. “Ülkenin en güzel matbaası birkaç saat içinde bir harabeye dönmüştü. Hiçbir doğal afetin insan kadar yıkıcı olmadığını görmüştüm. İnsanın aslında dünyaya verilmiş bir ceza olduğunu.”(s.199) sözleriyle anlatır yazar Serbest Gazetesi’nin basılmasını. Tan gazetesine yapılan baskını araştırdığımızda ikisi arasındaki benzerliği görürüz.
Süreyya Türkiye’nin Nazi Almanya’sına destek vermesine karşı çıkan yazılar yayımlar gazetede. Bir Fransız dergisine verdiği röportajda, savaş başladığından beri Türkiye’nin Almanya’ya, silah yapımında kullanılan yirmi bin ton krom sattığını söylemesiyle işler çığırından çıkar. Serbest Gazetesi’ne karşı başlatılan linç kampanyası MAH tarafından kışkırtılır ve on beş bin kişilik bir grup Beyazıt Meydanı’nda buluşur, gazeteye doğru yürüyüşe geçer. Yol boyunca bazı kitapçılar basılır, kitaplar caddelere savrulur, dükkânlar tahrip edilir. Yazar kışkırtılmış bu öfkeli kalabalığı dizginlerinden boşanan azgın bir ata benzetir. “Divanyolu boyunca kişniyor, tepiniyor, şahlanıyor, yıkıyor, ilerliyordu.”
1945’te Tan Gazetesi, 6-7 Eylül’de İstanbul, 1993’te Sivas Madımak Oteli. Kitle aynı kitle. Aklıma Goethe’nin sözü geliyor: “Dünyanın en tehlikeli hali cehaletin örgütlü eyleme geçme halidir.” Bunları düşündüğümde “Sanatın ve sanatçının bir görevi de yaşanan toplumsal sorunları yansıtıp onları bilince çıkarmaktır,” diyorum kendi kendime. İsmail Güzelsoy da sanırım bunu yapmaya çalışıyor Serbest Gazetesi’nin basılmasını anlatarak. Faruk Ferzan’ın, annesinin resimlerini çizdiği, Yelda’nın yaşamının, Selman Dermani’nin çalışmalarının anlatıldığı ve Sadere’nin Avcı’yı öldürdüğü bölümlerde olduğu gibi, bu bölümde de yazarın dil ve anlatımdaki ustalığını, dile hâkimiyetini, istediği anlama ulaşabilmedeki başarısını görüyoruz. Benzetmeler, imgeler, sözcüklere kazandırılan yan anlamlar…
Edebiyat araştırmacıları romanları konularına ve yazın akımlarına göre gruplar. İsmail Güzelsoy Değmez’de roman türlerini birleştiren bir tutum izlemiştir. Nevirmor ve Simsiyah’ın konuşmaları ve kurgu içindeki işlevleri fantastik bir romanı andırırken, Serbest Gazetesi’nin yağmalandığı bölüm bize toplumsal romanı çağrıştırır. Sadere’nin tedavi yöntemleri, Selman Dermani’nin çalışmaları bilimkurgu romanına evirir anlatıyı. Kurgu içinde kurguların olması, romanın bir başka yazarın bir eseri ile paralel ilerlemesi, zamandaki atlamalar, laitmotiflerin kullanımı ve daha pek çok yönüyle de modernist roman özelliği kazanır Değmez.
Modernist eserlerde metinlerarasılık çok karşılaştığımız bir anlatım yöntemidir. Çalışmamın başında Değmez’in Edgar Allen Poe’nin Kuzgun şiirinin romana uyarlanmış biçimi olduğunun belirtmiştim. Kargaların konuşmaları ve roman boyunca akışa dahil olmaları, Yelda sevinçten ağlarken avucunun içine düşen bir damla gözyaşının inciye dönüşmesi, Yelda onu parmakları arasına alıp havaya kaldırınca un ufak olup havaya dağılması, Yelda’nın bir an için görmez olması modernist romanlarda gördüğümüz gerçeküstü ögelerdendir. Yine, “değmez sözcüğü, inci ve safir taş” kurgu içinde pek çok kere farklı anlamlar ve biçimlerde tekrarlanarak modernist eserlerde sıkça görülen laitmotif tekniğini örnekler. Olayların geri dönüşlerle anlatılması, iç konuşmalar ve bilinç akışı modernist eserlerin anlatım yöntemleri arasındadır.
İsmail Güzelsoy, romanında büyülü gerçeklik formlarından da yararlanmıştır. Fantastik unsurlar ve bunların sıradan durumlarmış gibi çok doğal, olağan, okuyucuyu şaşırtmadan, onda gerilim yaratmadan anlatılması büyülü gerçekçi eserlerde gördüğümüz bir özelliktir. Eserdeki atlamalı zaman kullanımları da metni büyülü gerçeklik formlarına taşıyor. “Tımarhaneden kurtulduktan kırk iki yıl sonra, askerliğin dört yıl sürdüğü zamanlar, otuz dokuz sene önce, depremden altı sene sonra, Faruk Ferzan Aras nehrinin üzerindeki buz tabakasının altına sıkışıp kalmadan tam otuz dokuz sene önce.” gibi.
Romanın kimi bölümlerinde rüya ile gerçekliğin iç içe geçtiğini görürüz. Hatta rüya kimi zaman gerçek gibi anlatılır. Yelda bir kerevetin üzerinde, iri bir mindere yaslanmış Sadere’nin dizlerinde uyurken rüyasında da bunu görür. “Kısa bir süre sonra yorgunluktan ve acıdan sızdı, tuhaf bir rüya gördü. Rüyada, hala olduğu yerdeydi. Rüyada gerçeği görüyordu. Bir kerevetin üzerinde, iri mindere yaslanıp uyuyakalmış Sadere’nin dizlerindeydi yine. Her şeyi dışardan görüyordu ve hiç renk yoktu.” Rüya ile hayat tek bir gerçeğe dönüşmüştür.
Eserdeki Yelda, Süreyya, Ninno’nun karısı Dürdane, Muazzez Mogollu öncü, derleyip toparlayıcı, her şeye hâkim kadınlardır. Bu yönleri ile Gabriel Garcia Marquz’in Yüz Yıllık Yalnızlık adlı romanındaki Ursula’yı andırırlar. Yelda pek çok yönüyle öne çıkan bir kadındır. Tedavisi yapılıp iyileştikten sonra çevreyi inceler, Doslar sakinlerinin geçmişin ölü gölgesinde ölü hayatlar yaşadıklarını düşünür. Herkesi bir çarşafın altında toplayıp bir tütsü yapar. Bu tütsüden sonra onlara kendi hikâyesini anlatır. Doslar halkı ilk defa kendi hikâyeleri dışında bir hikâye dinlemiş ve ondan etkilenmiştir. Yelda onlara hikâyelerini anlattırarak değişime kapı aralamış, Doslar sakinlerinin, içlerine gömdükleri acılarının yasını tutmalarını, ayağa kalkmalarını sağlamıştır. Yelda’nın, yas töreninin ardından anlattığı rüya ise ideal bir toplum yaşamının tasavvurudur ve o ideal yaşam biçimini hep birlikte oluşturmuşlardır.
Değmez, pek çok formun bir arada kullanıldığı, kişi kadrosu geniş, birbiriyle iç içe geçen çok sayıda olayın anlatıldığı; açık, akıcı, duru bir anlatıma sahip bir romandır. Kitabın arka kapağında, “Ölüm ile kesilen bir hayatın hiçbir anlamı yoktur. Değmez… Bütün bu çabalara, sağalmaya, hasta olmaya, iyileşmeye, çalışmaya, mülk edinmeye, çocuk yapmaya, âşık olmaya değmez. Lisan öğrenmeye, şiir okumaya, saz dinlemeye, mutlu olmaya değmez. Ancak ölümsüzlük varsa bu dünya hayatının bir anlamı olabilir,” dense de okunmaya değer bir roman Değmez.
Roman Kahramanları dergisi Temmuz/Eylül 2019’da 39. sayıda yayımlandı.