Fresko Apartmanı Başak Baysallı’nın ilk kitabı. Eylül 2020’de Everest Yayınlarından çıkan ve birbirini bütünleyen dokuz öyküden oluşan kitap, Kuzguncuk’ta bir apartmana sığınan, orada birbirlerine tutunarak yaşamaya çalışan karakterlerin hikâyelerini anlatıyor. Çok rahat bir anlatımı var. Yüreğin dayandığınca akıyor kurgu, belki de gerçek. Ortalama yüz yıllık bir zaman diliminden kesitler var öykülerde. İçim ürperdi okurken, kimi acıları yeniden yeniden okumak acıya alıştırmadı yüreğimi, alıştırmasın da.
Fosforlu Cevriye ile Nadia’ nın tiyatro sahnesine yansıyan ama sadece bir oyundan ibaret olmayan acıları, Eleni ve Rüya’nın gizli hüzünleri, Kirkor’ un insan yüreği ve daha niceleri.
Öyküler birbirine iliştirilmiş olsa da her birinde farklı bir karakterin yaşamından bir kesit sunuluyor. Teyel’de kostüm terzisi Rüya, Ayna’da tiyatro sanatçısı ve dansçı Nadia, Yenidünya Likörü’nde adım adım ölüme yaklaşan Ani, Sığınak’ta işsiz kalmış gazeteci Ali Turhan, Eşik’te apartman görevlisi İsmail, Tuval’de ressam Bora, Matilda’nın Bahçesi’nde apartmanın sahibi Kirkor, Tahta Bavul’da ise ailesinin geçmişini öğrenmek için Napoli’den İstanbul’a gelen Defne ile karşılaşıyoruz. Veda adlı öyküde ise hepsini apartmanın terasında, aynı masanın etrafında buluyoruz. Onları bir arada tutan; geçmişte yaşadıkları acılar, hayal kırıklıkları, kayıplar…
Kirkor’un taşıdığı sır adım adım çözülürken 6-7 Eylül Olayları’nın darmadağın ettiği hayatlara tanıklık ediyoruz. Yaşadığı tüm acıya rağmen Kirkor’un sevgiyle, dostlukla, en çok da terastaki çiçeklerle -Matilda’nın çiçekleriyle- hayata nasıl tutunduğunu görüyoruz. Umudu günbegün büyüttüğünü, dışarıdaki kötülüğün karşısında iyiliği her daim yücelttiğini…
Fresko Apartmanı’nın kapısı Behçet Necatigil’in dizeleriyle açılıyor: “İnsanlar yüzyıllar yılı evler yaptılar. / İrili ufaklı, birbirinden farklı, / Ahşap evler, kâgir evler yaptılar. / Doğup ölenleri oldu, gelip gidenleri oldu, / Evlerin içi devir devir değişti / Evlerin dışı pencere, duvar.” Dizelerin zihnimizde bıraktığı yankı eşliğinde dairelerin kapısından içeri süzülüyoruz.
Bizi ilk karşılayan, o iki günün dehşetine çocukken tanıklık eden Rüya. Yetmişi devirmiş bir kostüm terzisi. Hem elindeki eteği teyelliyor hem de anlatıyor. Kayıp giden hayallerin, çaresizliğin, umutsuzluğun, geçmişten karelerin, çağrışımların izini sürüyoruz. “Nadia’nın yerinde ben olmak isterdim. Kostümleri o dikmeliydi. Kirkor’un okuluna gidebilseydim oyuncu olurdum belki,” sözlerinde Rüya’nın içinde kalmış isteklerini, yok olup giden hayallerini görüyoruz. Fosforlu Cevriye rolünde sahneye çıkacak olan Nadia’yı kıskansa da onunla dost olmayı biliyor.
Ölümü beklerken bile hayatın neşesini yakalamaya çalışan, her saniyenin kıymetini bilen, giderken geride kalanlara bir hatıra bırakmanın derdinde olan Ani’ye yenidünya likörünü yaparken eşlik ediyoruz. Onun yorgun bedenini görüp söylediklerine kulak verdikçe hastalık, ölüm ve yaşama dair düşünmeden edemiyoruz.
Sığınak’ta Ali Turhan’la karşılaşıyoruz. O, düşünceleri nedeniyle işsiz bırakılmış bir gazeteci. Olanlara seyirci kalmaktan utanıyor en çok. Hiçbir şey yapamamaktan… Gitmekle kalmak arasında. Onun zihninde dönüp duran sorulara yanıt arıyoruz biz de. “Hiçbir şey yapmadan beklemek; birkaç eşyanın, tanıdık sesin arasında korku ve endişeyle yaşlanmak gitmekten daha mı kolaydı? Gitmek; insanı yaşadıklarından, anılarından, yaşamına girmiş tüm insanlardan ne kadar uzaklaştırabilirdi?” Düşüncelerini açıkça ifade ettiği için cezaevine gönderilmiş aydınları; kitapları yasaklanmış, yazması engellenmiş, işkenceden geçmiş, öldürülmüş yazarları; sokak ortasında güpegündüz vurulmuş gazetecileri hatırlıyoruz bir bir Ali Turhan’ın adımları eşliğinde.
Başka bir daireye geçmek üzereyken merdivenlerden ağır ağır çıkmakta olan İsmail’i görüyoruz. Apartman görevlisi, aynı zamanda Kirkor’un eli ayağı. Türk ve Müslüman kimliğiyle büyütülmüş, gelenek ve inançlarına sıkı sıkıya bağlı İsmail’in eşikten geçmesi kolay olmamış. Dışarıdaki kötülüğün farkına varmasıyla değişmiş dünyası. Apartmandakilerin yaşam tarzını beğenmese de saygı duymayı öğrenmiş. Kirkor’dan…
Tuval’de, Bora bir rüyanın içinde dolaşıyor. Defne ile… Alacakaranlıkta, bir ormanda karşılarına çıkan ağaç gövdelerine asılı tablolar yalnızca resme dair değil, hikâyeye dair de ipuçları taşıyor. Johannes Vermeer’in Kırmızı Şapkalı Kız’ı ve Mektup Okuyan Kadın’ı, Amedeo Modigliani’nin Jeanne’ı öyküye ve rüyaya renk katan detaylar değil yalnızca; tablolar Bora’nın ve Defne’nin açıkça konuşamadıkları her şeyin izdüşümü bir bakıma.
Sona doğru yaklaştığımızı hissediyoruz, bu defa Defne söz alıyor. Matilda’nın bahçesinde, Kirkor’un sofrasında, tahta bavulu dizlerine koyuyor ve anlatmaya başlıyor. Babasını, annesini, kendi hikâyesini, İstanbul’a yolunun nasıl düştüğünü ve babaannesi Matilda’nın yaşadıklarını kâh masada kâh korkulukların dibinden Boğaz’a bakarken anlatıyor. Sır çözülüyor, gizem dağılıyor.
Kitabın kapağını kapattığımızda Fresko Apartmanı’nın kapısının bundan böyle de sevgiye, dostluğa, paylaşıma, sığınmaya, kimsesizlerin kimsesi olmaya açık olacağını bilmek içimizi rahatlatıyor. Savaş, göç, kimlik, aidiyet, eşitlik, özgürlük gibi birçok konunun işlendiği öykülerden geriye umuda eşlik eden ince bir sızı kalıyor, bir de kapıları sonuna kadar açık Fresko Apartmanı ve orada bizi bekleyen Kirkor. Kim bilir belki Eleni de dönüp gelmiştir gittiği yerden. Çünkü, “Her şeye rağmen dans devam etmeliydi. Hayat da… (s.29) ”