Niçin okuyoruz? Her gün yaşadığımız, bize acı veya sevinç veren olayların etkisi yetmiyor mu obur ruhumuza? Günlük yaşamdakine benzese bile ondan çok farklı, bizi daha çok doyuran, yaşadığımız sıradan olaylara anlam katan bir yanı mı var okuduklarımızın? Aradığımız; öykülerden, romanlardan, şiirlerden beklediğimiz ne? Yazarın kurduğu dünya, yarattığı atmosfer, can verdiği karakter bizim hangi ihtiyaçlarımıza karşılık geliyor?
Merak mı? Eğer öyle olsaydı sonu baştan belli olan kitapları okur muyduk büyük bir istekle? Kırmızı Pazartesi örneğin; roman kahramanının kimler tarafından, nasıl öldürüldüğünü bildiğimiz halde nefes neferse okuruz kitabı sonuna kadar. Öğrenmek mi, yaşama karşı güç biriktirmek, önümüze çıkan zorlukları aşmada kurmaca aracılığı ile deneyim biriktirmek mi amacımız? Tek bir cevabı bulunmayan, kişiden kişiye değişebilen yanıtları olan soruların bazılarını kendime de sorarım sık sık. Berna Durmaz’ı okurken de sordum benzer soruları. Kitaplarını okuyup bitirince onun öykü atmosferinde olmak bana kendimi farklı bir evrende hissettirdi. Bu hissi sevdim. Onun bıraktığı yerden ben devam ettim öykülere. Gözümü kapatıp Zatinur’u düşündüm, kalbimde bir kuşun pır pır edişini duydum, Boş Kutudaki Bakış’la (Tepedeki Kadın) yaşamımı yeniden gözden geçirdim. Sepetin Çürüğü ile batıl inançlarımı sorguladım ve daha pek çok deneyim. Aklıma Alman edebiyat eleştirmeni Walter Benyamin’in öykü le ilgili değerlendirmesi geliyor. “Öykü anlayamadıklarımızla nasıl baş edebileceğimizi gösterir.” Bu değerlendirme üzerine, soruları bir kenara bırakıp Berna Durmaz’ın Sende Bir Hal Var adlı kitabının ilk öyküsünden giriyorum içeri.
Zatinur’un Yıldız Gözleri, kitabın ilk öyküsü. Zatinur’un uyanışına tanık oluruz bu öyküde. Daha sümüğünü yalarken evlendirilen, anasının talimatlarına uyan; yatağına giren, kemiklerinde oynaşan yılanlara sesini çıkarmayan Zatinur’un. Sonra birden bire gözleri açılır, gözünün açılmasını sağlayan bir hayal midir yoksa bir gerçek mi tam anlayamayız, orayı okurun yaratısına bırakmış gibidir yazar. Zatinur yenilenmek ister, yaşamındaki tüm çürümüşlüğü ateşe atıp yakar. Susması, kırılan kolun yen içinde kalması gerektiği öğretilen Zatinur’un dillenme öyküsüdür bu ilk öykü. Bölüm başlığını oluşturan taş; Zatinur’un gönlünü akıttığı yerdir, dönüştüğü heykeldir.
Kitabın ikinci öyküsü Lal, yaratılan atmosferle girişte okuru içine çeker. Zifiri bir karanlık. Ağaçlar canavardan farksız. Kara kollu, kara bacaklı, açık ağızlı canavarlar. Gökyüzündeki el büyüklüğünde yıldızlar tek tek yere iniyor. Onlardan biri bahçeye düşüyor. Böyle bir gecede, bahçenin duvarında oturmuş, şaşkınlıkla yıldızları seyreden bir kadın, köpek havlamaları ve birden aydınlanan gök. Taş; gökten kopup gelen, bahçeye düşen, düşerken tüm parıltısını yitiren, bahçenin toprağına saplanıp bir kara taşa dönüşen bir yıldız, ilerde başka öykülerde başka anlamları karşılamak için bir imge.
Ekmeğin Yanığı, cenaze kalabalığı ile mezarlığa giden, kendine yönelen imalı bakışları anlamayan, gerçeği, kendisinin bilmediğini herkesin bildiğini, mezarlık dönüşü öğrenen adamın hikâyesi. Karısının hazırladığı ve ekmeklerin yanığını kocasının önüne sürdüğü sofrada, adamın yediği pilavın pirinçleri taşa dönüşür ağzında.
Sütten Beyaz Taşlar, kurgusu, içeriği ve etkisi ile en güçlü öykülerden. Küçük kız kendisine armağan edilen taşları yastığının altında biriktirip ilerde onlardan bir öykü yazacaktır. Kitabın son öyküsü Çakıltaşı’ında bu isteğin gerçekleştiği görülür. Bu iki öykünün ortaklığıyla Oğuz Atay’ı ve Demiryolu Hikâyecileri’ni selamlar Berna Durmaz: “Bende bir öykü var ama yarım bırakmış yazar. Yıllar önce yine böyle bir istasyondan satın almıştım yolculuklarda okumak için,”
Sepetin Çürüğü, kitabın Taş bölümünün son öyküsü. Yeter sürekli uyur, uykusunun içinden konuşur gibidir. Onun bu uyku düşkünlüğü annesinin hamileliğindeki bir duruma bağlanır. Annesi Yeter’e hamile iken kiraz toplamaya gittiği bir gün yorgunluktan bitkin düşmüş ve Uykubaba’nın taşında- yatır- uyuyakalmıştır. Evdekilere göre Yeter bundan dolayı sürekli uyur. Hala Yeter’in uyumasının Uykubaba ile ilgisi olmadığını, doktora götürülmesini ister ama öncelikler başkadır. Zaten babasına göre Yeter sepetin çürüğüdür. Öyküde batıl inançlar sorgulanır, demek olası.
Kitabın Kuş bölümü İpin Kanatları öyküsü ile başlar. “Kuş günü doğmuşum,” diye başlayan öykü biraz eski- yeni, biraz gelin- kaynana ilişkilerine dayanan bir içeriğe sahip. Kuş gününde doğmak uğursuzluktur geleneklere göre. Bunu için Kara Ebe ile Silyazılı Dede sözün büyüsüne yatırılmış iplerle bu uğursuzluğa çözüm bulacaklardır. Çocuğun bilekleri bu iplerle dokuz yerinden bağumlanacak, ipin ucu tavana bağlanacak ki çocuk kuş gibi uçup gitmesin. Burada ipi de çocuğun geleneksel ve dinsel olanla kontrol edilerek yetiştirileceğini simgeleyen bir imge olarak okumak mümkün.
Ağacın Dediği’inde ağaç annenin hikâyesini anlatır. Nenenin sözünü rehber edinen torun ormanın göbeğine doğru yola çıkar. Yolda ağaçtan düşen şekilsiz bir görüntü bir adama dönüşür ve çocuğa arkadaşlık eder. İçindeki nenesi ve önündeki adamla konuşa konuşa giderlerken gördüğü bir ağaç çocuğun dikkatini çeker. Bu ağaç çocuğun anasıdır. Babası onu buraya zorla getirince, sonra da bırakıp gidince tek başına direnmek zorunda kalmıştır. Anlatıcı bunları düşünürken ağaçtan bir cıvıltı-kuş sesi- gelir, cıvıltı ağacın- annenin- öyküsünü anlatır.
Sesimi kuyuya kaptırdım, diye başlayan Yılanın Gözü görselliği yüksek bir öykü, okurun hafızasına fotoğraf kareleri yerleştiriyor. Sıcaktır, anlatıcı kuyunun başındadır, yılanlar sıcaktan yola serilip yapışıp kalmıştır. Anlatıcı kuyuya var gücü ile bağırır, sesi bir daha geri gelmez. Öykünün devamındaki gelişmelerden sonra kızın yanına bir yılan gelir, başını kaldırır, çatal dilini ağzının içine sokar çıkarır. Gökten bir kuş süzülür, yılanı kapar ve uçar. Ses, kuyu, yılan, kuş öykünün güçlü imgeleri.
Kalpteki Kuş, organ mafyasını anlatıyormuş gibi içimizde ölenleri anlatan bir öykü. Yine bir devam öyküsü denebilir, bu öyküdeki kız da sesini kuyuya kaptıran kız gibidir, konuşamaz. Kız bir kalaycıya aşık olur, kalaycı işi bitince gider. Bir daha ortalıkta görünmez. Kız onu aramaya çıkar, bu arayışta yorgun düşer, bir yolun kenarına yığılır kalır. O uykudayken organları bir bir alınır ve satılır. Kalbi alan geri getirir, parasını ister:
“Bu kalp işe yaramıyor, paramı geri ver.”
“Neden,” diye sordu adam, “sağlıklı biriydi, kalbi de öyle.”
“Bilmem,” dedi adam “kalbin içinde ölü bir kuş bulmuşlar.”
Söz, hep kayaya bakan adamın, otuz yıldır bir uçurumla yaşayan ve kaya kadar sessiz bir kadının hikayesi. Bir sabah o kayanın tepesinden büyük, beyaz bir kuş havalanır, kanatsızdır. Kayalara çarpa çarpa uçurumun dibine doğru uçar.
Berna Durmaz’ın öykülerinin girişleri de çok güçlü. Okuru hemen içine alan, onda merak uyandıran girişler. Göç de girişi güçlü öykülerden biri: “Kentin gözüydü kuledeki saat. Öyle olunca kent, kendinden başka hiçbir şey görmüyordu. Gözü hep kendi üzerindeyken, kendini çoğaltıyordu durmadan.”
Keşif kuledeki saatin bakıcısı, kurucusu, tamircisidir. Neredeyse saat kadar eskidir. Her şeyi unutan Keşif saatin hiçbir şeyini unutmaz. Bir sabah bir kuş gibi kuleden uçar. Keşif’in uçuşu torunu dahil kimsenin umurunda değildir. Kasabadaki yaşam sıradan bir kısırdöngüdür, kuledeki saat durunca Keşif’in öldüğünün ayırdına varılır. Sanki saatin durması ile kentin de gözü kapanmıştır. Bir sabah halk saatin akrep ve yelkovanının çalındığını görür. Sanki kolsuz kanatsız kalmışlardır. Günlerce yerlerinden kıpırdayamazlar. Sonra denklerini toplayıp, kör kenti yıkılmaya bırakıp başka bir kente göç ederler.
Değil mi ki her okurun öyküden beklediği, onda bulduğu farklıdır. Hele ki anlamın imgelere yüklendiği öykülerde bu durum daha belirgindir. O zaman bir öykü kitabının hangi yönleri öne çıkarılır, diye düşündüğümde Berna Durmaz’ın şiirsel anlatımı ile karşılaşıyorum Giden’nin girişinde ve alıntı ile devam ediyorum: “Sen buradayken, aramızda oturmuşken sessiz, gülerken, gülerken, konuşurken, susup bakarken en çok, hangi kuşun kanadı çarptı yüzüne de oturup bir dolu kuş öyküsü anlattın? Nasıl geçip gitti bedeninden senin olan ama gördüğümüz senden uzak o kadar dünya? Ya sonra, nasıl kanatlanıp uçuverdin?” Kimdir sen diye seslenilen, anlatılan kuş öyküleri neleri içerir? Üç arkadaşın birbirine karışan hikâyelerine Sencar’ın anlattığı hikâyeler karışıyor öykünün devamında ve kitabın başından beri getirilen taş ve kuş imgeleri bu öyküde göl ve ölümle birleşiyor.
Kum’u bekleyiş, sabır, gizem, doğayla bütünleşme öyküsü olarak okudum. Görsel zenginliği güçlü bir öykü. Okurken kum fırtınasının içinde hissettim kendimi. Ahşap evin budak deliklerinden giren kum tanelerinin tadına bakmak, kulağıma götürüp sesini dinlemek istedim. Şimdi de sizin kulaklarınıza uzatıyorum bir avuç kumu, dinleyin, size kim bilir neler anlatacak. Belki de habercidir bu kum taneleri, uzaktan gelecek bir yolcuyu haber verir, konuk edersiniz onu evinizde, sabah giderken çocuğunuza kuş kanatlı misketler verir, size “Aşkla kal,” der.
“Gölün gümüşsü durgun yüzeyi, içindekileri kusacaktı bir gün. Bir şehrin geri kalanı duruyordu suyun altında. Ağaçlar, hayvan ölüleri, ev artıkları, yollar, sokaklar…İnsanların hayalinde ne varsa hepsi durgun suyun altında çürüyordu. Ağır bir koku geliyordu rüzgârla. En çok sabahları çürüyordu gölün altındakiler.” cümleleriyle başlayan Kırılma ne çok merak ögesi barındırıyor içinde. Hangi okur bu girişi okuyunca öyküyü bırakabilir? Gölün bir baraj gölü, zorla tutulmuş, önüne set çekilmiş, akışı engellenmiş bir su olduğunu anlıyoruz bu öyküden. “Neden en çok sabahları çürüyor gölün altındakiler?” diye düşünmeden edemiyor okur.
Belki de gün gelir, akışını özleyen su, bentlerini yıkarak özgür kalır, çağıldayarak akar yukarıdan aşağıya; söylemek istediklerini hep susan, içinde biriktiren bir kadın açar ağzını tıpkı bendini yıkan baraj gibi. İçinde zehir zemberek ne biriktiyse coşkuyla akıtır. Her sıkışma bir kırılmaya gebe değil midir?
Manolya, gerçekle hayalin, anlatıyla canlandırmanın birbirine karıştığı antalya eskort bir öykü. Tekin olmayan bir ortam, güvensiz ilişki biçimleri içindeki Peri’nin öyküsü. Uzak şehirlerden birine gelin giden, çok geçmeden gölde ölüsünün bulunduğu haberi gelen Peri’nin.
Un, tutkulu, aşkı için her şeyi göze alan Selim’in hikâyesi. Aşk ve açlık işsiz güçsüzlük mü dinler? Komşularından çaldığı bir çuval buğdayı değirmene götürüp öğüten Selim, unu Ayşe’ye götürmek için çuvalı yüklenir ve trene biner. Sorsalar “İnsanlık ölmedi ya,” diyecektir. Un ile Çakıltaşı bağlantılı öykülerdir. Çakıltaşı’ndaki mekân artık trenlerin gelmediği bir adana eskort istasyondur. Şehir gölün öte yakasına doğru gelişince demiryolu da oraya kaydırılır. Ne var ki bir sabah sisli gölün kenarında, ölü bir yılan gibi uzanan yolun ötesinden istasyona yaklaşan bir tren görür Peri. Trenden bir kişi iner ve sırtında bir çuval vardır.
Oğuz Atay’ın Demiryolu Hikâyecileri’ne de gönderme yapılan Çakıltaşı, kitabın son öyküsü. Sütten Beyaz Taşlar’la da birleşen öyküde olaylar, öyküler, kişiler iç içe geçer ve bizlere çoklu okuma ve düşünme olanağı sunar.
Berna Durmaz 5 Kasım 2018’de Dilek Yılmaz’la yapılan söyleşide “Bugüne dek yazılmış bütün metinlerde, yapılmış heykellerde, resimlerde, bestelenen müziklerde mercek her zaman insana yönelmez mi? İnsanın okuduğu, gördüğü, duyduğu ne olursa olsun hep kendini arayıp çıkarmaz bursa eskort mı diplerden? Okurun okuduğu öykü, roman ne anlatırsa anlatsın, okurun okuduğu kendisinden başkası değildir, demek yanlış olmaz herhalde.” der. Okuyun, göreceksiniz, sizden de pek çok şey olduğunu göreceksiniz Bir Hal Var Sende’de.