Tüm elemini keskin bir ses kümesine sığdırmış sanki gök. Akıttı akıtacak zehrini, yılların birikmişliğini bir çırpıda serpiştirecek buğdayı tarlaya serper gibi. Nasıl da rahatsız ediyor sesi, duymuyor mu bunlar? Gök delindi, bulutlar yandı, tabiat ana aklını yitirdi… Bu, bir bana mı oluyor?
Uzun süredir konuşamadığımı mırıldanıyorlar aralarında fakat ben kendi sesimden kafayı yemek üzereyim. Onları tanıyamadığımı düşünüyorlar. Ne acı! Hepsini biliyorum, hepsini. Bana yaşattıklarını, anılarımdan sürüyerek buraya getirdiklerini, o ihtişamlı konağımı yaktıklarını… Her şeyi hatırlıyorum, her şeyi. Artık bana yedi yaşında bir çocuk muamelesinde bulunduklarının farkındayım. Ben delirmedim ki! Sadece bildiklerimi kendime saklamayı tercih ettim. İnsan, bildiklerini susunca aşılması güç bir yolu aşındırırmış. Dikenli yolu güllerle bezeli yola tercih etmek, bunca pasaklı gürültü arasında sakız gibi çitilenmiş sükûtu seçmek, tek tipleşmemek ne zamandır çılgınlık sayılır oldu?
En sevdiğim çiçek sardunya, hatırlıyorum. Kahvemi sade içerim, bu da aklımda. Siyahla kırmızıyı bir arada asla kullanmam, keskin geçişini biliyorum mesela. Yemekte balık varsa yanında rakı olmadan hiçbir kuvvet beni o sofraya oturtamaz, hani hatırlamıyordum? En sevdiğim şarkı… En sevdiğim şarkının meyanını bile hatırlıyorum: “Merhaba demeden elveda dersin, sen vefasız yolcu, kalbimi viran edersin…” Tabii ya bir zamanlar benim de her mevsim içimden gelip geçenler oldu. Anlatmaya kalksan, deli der bunlar ama biliyorum ben, o akıl hastalarının arasına tıkmak istiyorlar beni. Sırf bu sebepten konuşmuyorum işte.
Şu karşımdaki bakımsız kadın yok mu, sabah akşam bana benim kim olduğumu, bu insanların benimle ne gibi bir bağları olduğunu anlatıp duruyor. Yok efendim, ben oğlumu babam sanıyormuşum da, gelinimi en yakın arkadaşım bellemiş birlikte evden kaçmaya çalışıyormuşum da, bir sürü safsata işte. Yoldan geçen meczuba anlatsan, gülmekten yitirdiği aklı yerine gelir be!
. . .
Bir helezondan geçiriyor beni bu med-cezir. Çarpa çarpa ilerliyorum yaşanmışlıklarıma, her yanım anı kesiği, çocukluğum tokatlıyor yanaklarımı. Acıdan kaskatıyım, kesseler akmaz kanım, damarlarımda pıhtılaşmış tüm yaş almışlıklarım. Fırtınalı denizde dalgalara çarpmak hatırlamak dediğin, anmak istemediğin ne varsa tuzuyla birlikte kaçırıyor genzine. Yaktıkça kor oluyor zihnin okyanusu. Su yanar mıymış, diyorlar dile geldiğimde. En çok su yanıyor, gövdesine katıp götürdüklerini bilmiyor çünkü kimse. Dalgalarında saklı yangına şahitlik ettiğimden son bulmuyor bu kendime hapsoluşum.
Ne vakit ansam iki katlı evimizin balkonunda geçirdiğimiz öğleden sonralarını, o yaz güneşinin derime işlediğini hissediyorum. Büyük yıkıntıların arasında mutlu olmayı marifet edinmiş çocuklara, hiçbir morötesi ışını istediği miktarda zarar veremez dedi bir gün Nazlı. Kafası kucağıma sığmayan ayçiçeğinden aldığım çekirdek tanesini çitlerken duyduğum cümleden sonra çekirdeğin kabuğu dudağımda asılı kaldı. İlk defa o gün kıskandım Nazlı’yı, ne afili laf etmişti öyle, aklımıza kazımaya karar verir miydik yoksa? O gün ant içmiştik unutmamaya, ne vakit dünya yükünün altında enkaza dönersek zararlı ışınlara rağmen mutlu olmayı becerebilecektik.
Unuttum be Nazlı! Adımı hatırlamaya bile mecalim yok şimdi, çoluğun çocuğun neşesi oldum. Kurt kocadı, kuzuların maskarası oldu. Okul dönüşlerimizi, dinlediğimiz arkası yarınları, pilili eteklerimizi, okul gösterilerimizi, harçlıklarımızı birleştirip aldığımız sanatçıların posterlerini… Hiçbirini unutmuyorum, ta ki o lanet sis perdesi inene değin.
Hayatında siyah ve beyazdan başka renk tanımayan ben, grilerle savaşıyorum epeydir. Bir tek… Bir tek şeyi hatırlamak istemezdim. Aynı kolyede, küpede, tokada buluşan ortak zevkimizin aynı gönülde buluşmasına müsaade etmeni silmek isterdim şu örümcek ağına hapsolmuş zihnimden. Gel gör ki her fırtınalı taşkında ilk bu dalgaya boy veriyorum, istemsizce. Sırf bunun için bile belleğimdeki izlerin gittiğinde dönmesini istemezdim. Çünkü ben ezber etmeyi ezelden sevmedim. Keşfettim. Yol açtım. Öğretilmiş sevgilerin karşısında kale muhafızı gibi dikildim. Hem sevmek dediğin öğretilmez ki, öğrenilir. Düşüp ayaklanmanın, yara almanın, kabuk bağlayan yaranın altındaki tatlı kaşıntının ayırdına varamayanın hayattan kopardığı bir tek şeyden bahsedebilir miyiz? Tüm bunları heybeme doldurup da dönüp baktığımda hatırlama zahmetinde dahi bulunamayacağım puslu bir yaşamın uğruna savaşmışım meğer diyorum. Bitmek bilmeyen bir vicdan harbi, gün sonu muhasebesi…
. . .
Yurtta mandalina, cihanda mandalina!
. . .
“Duydunuz mu? Bir tek ben işitmedim değil mi? Annem… Annem konuştu. Yıllar sonra mandalina dedi. Nazlı teyze sen gelince söyledi, duydun değil mi?”