“Tozkoparan Seyahat’in sayın yolcuları, yolculuğumuzun sonuna gelmiş bulunmaktayız. Değerli eşyalarınızı yanınıza almanızı rica eder, geçmiş olsun dileklerimizi sunarız.” Cümlesini tek gözüm açık vaziyette dinledim rahatsız koltuğumda gerinirken. Burnumda muavinin ayaklarıma doğru sıktığı ucuz oda spreyinin keskin kokusu ve yüzüme vuran sabah güneşinin göz alıcı parlaklığıyla, hırkamın iki ucunu birleştirmek suretiyle sıkı sıkıya sarınıp esneyerek indim otobüsten.
İstanbul’a her gelişimde şu otogarın neden yenilenmediğini ısrarla sorguluyorum bir yere varamayacağımı bile bile. Çantamı aldıktan sonra otogarın arka tarafındaki otobüs durağına geliyorum. İnsanlar birbirlerine anlamsız gözlerle dahi bakamıyorlar, uykusuzluktan. Kimi ellerini cebinde olduğu yerde küçük sıçrama hareketleriyle otobüsü beklerken kimi bademciklerini gösterecek kadar esneyerek boşluğu izliyor. Neyse ki otobüs geliyor ve uyumaya orada devam edeceğimiz için mutlu oluyoruz tüm durak ahalisiyle. Taksim’e kaç dakikada gideceğimizi soruyorum yanımdaki henüz yirmili yaşlarında olan gence. ‘Ben askerim, izne çıktım buraları pek bilmem. İstersen amcaya soralım’ diyor. ‘Sorun yok, gideriz elbet’ diyorum.
Yaklaşık kırk beş dakika sonra Taksim durağında iniyorum. Merdivenleri üçer beşer çıktıktan sonra karşımda Taksim Meydanını buluyorum. Cumhuriyet Anıtı’na doğru yürürken sabahın bu vaktinde bunca turistin hangi amaçla toplandığını ve bu saatte ben gözümü açamazken onların objektife nasıl poz verebildiklerini geçiriyorum aklımdan.
Taksi ararken bir sigarayı hak ettiğimi düşünüyorum ve kahvaltıdan önce midemi hançerlercesine acıtacağını bile bile o mentollü zıkkımı yakıp ciğerlerimin son sığınağına kadar çekiyorum dumanını. Erken öldüreceğinden korkuyorum korkmasına da bu saatte gözlerimi far görmüş tavşan misali açan bir bu meret var hayatımda. Bir iki nefes çektikten sonra karşıda arka arkaya sıralanmış taksileri fark ediyorum. Demiştim ya bir bu mentollü açıyor gözlerimi diye, nasıl da fark ettim ama?
Taksinin arka koltuğunu tercih ediyorum genelde, emniyet kemeriyle samimiyet kuracak ruh halinde değilim zira. “Beşiktaş’a lütfen!” diyorum. Dikiz aynasından taksi şoförünün “Şuncacık mesafe için mi sıra bekledim yani ben bunca saattir” dercesine attığı bakışı yakalıyorum fakat bu saatte çok da empati köprüleri kuramayacağım aramıza emekçi kardeşim diyorum ben de içimden. Böyle içimize içimize ettiğimiz muhabbet sürerken telefonumdan attığın konuma yaklaştığımızı fark ediyorum. Uygun bir yerde inip yazdığın mesajlara cevap vermeye yetişirken birden evinin olduğu sokağa girdiğimi fark ediyorum.
Arnavut kaldırımlı ve dik yokuşlu bir sokakta oturduğunu söylememiştin. Ankara’da o çok sevdiğin lüks otelin odasında yaşadığımız ve üzerinden yedi ay geçmesine rağmen her anını aklıma kazıdığım o tutkulu gecenin ardından seni ilk kez görecek olmanın verdiği hazla ne yolculuğun yorgunluğunu ne de dik yokuşun verdiği tıknefesliği umursuyorum. Böyle mesajla olmayacağını düşünüp arıyorum o anda seni. “Soluna bak, dört katlı bir apartman, ikinci katındayım, bak el sallıyorum gördün mü?” diyorsun ve dizlerimin bağının kaç bin kilometre hızla çözüldüğünün hesabını ben bile yapamıyorum. Apartman kapısının o korkunç otomatik sesiyle açılmasının ardından sarmal şekilde inşa edilmiş merdivenleri çıkıyorum, her adımda eski bir anıyla yeni bir düşüncenin çatışmasını yaşıyorum. Olmuş olanlarla yaşanacak olanların muhasebesini tutuyorum ikinci kata çıkana dek. Ve karşımdasın…
“Geçsene, neden öyle ayakta kaldın?” dediğinde küçük salonunda hükümdarlığını ilan etmiş L koltuğuna ve önündeki zigon sehpaya dalmış bulunuyorum. Yerde halının olmaması ve pencerelerin perdelerinden soyunarak başına buyruk yaşamaları alışkın olduğum bir manzara değildi. Koltuğun muhtelif yerlerinde ve sehpanın hem üst hem alt kısımlarında dağınık halde duran kitapları bir araya getirip çalakalem bir düzene soktuktan sonra L koltuğun en uygun yerine oturuyorum. Karşımda bilgisayar masasının önünde duran döner sandalyede oturuyorsun ve yolculuğumun nasıl geçtiğini birkaç önemsiz soruyla geçiştiriyorsun. O lüks otel düşkünü adamın böylesi pejmürde bir evde nasıl yaşayabildiğini tahayyül etmeye çalışırken bir anda sol gözünün düşüklüğü ve kirpiğindeki pomat dikkatimi çekiyor. Enfeksiyon kaynaklı bir şey olduğunu ve iyileşmesine çok az kaldığını söylerken sandalyeden kalkıp son derece flörtöz bir biçimde yanıma oturup saçlarımı okşadığını fark ediyorum.
Tıpkı benim gibi o geceyi unutamadığını fısıldarken kulağıma, yorgunluğun verdiği rehavetle kollarında buluyorum kendimi. Teninin sıcağına olan zaafiyetimi bildiğinden soluğu yatak odanda alıyoruz. Aceleyle kondurulmuş bir iki öpücükten sonra üzerimde çizdiğin rotanın takibini bırakıp uykusuzluktan acıyan gözlerimi kapatıyorum. Soluksuz kalışın ve yaşam hücrelerimi keşfin cezbetmiyor eskisi kadar o an. Peki neydi o gece bizi tutku ve şehvetle iki kişiyken bir eden şey? Neden bunca özleme rağmen erdiğimiz vuslatın baharları renksiz? Demeye kalmadan nefesini göğsümde hissediyorum, kirpiğindeki pomat sürülüyor iman tahtama ve tıpkı sigaramdan aldığım o tadı alıyorum; keskin, ferah ve mentollü…
Uykusuzluğa direnirken yine sigaraya arıyor damağım ama içmiyorum. Banyodan su sesiyle birlikte müzik sesi de yükseliyor. Hatırlıyorum, o gece otel odasında dinlettiğin şarkı bu. Sözlerini senin yazdığın, bestesini yakın arkadaşının yaptığı ve “yakında piyasada olacak” dediğin şarkı. Genç bir kızın sesinde can buldu demek. İçten içe kıskanıyorum kızı, senin kaleminden dökülenleri taşıyor her an dudağında. Bana da bir şarkı yazdığını söylemiştin ilk kavgamızdan sonra, çalan şarkıyı ondan daha fazla sevdiğimi söyleyemedim. Çünkü his kırıklığı nedir bilirim; onarılmaz, dikiş tutmaz, zamanla kaynamaz, kemik misali batar… Göz kapaklarıma karşı gelemiyorum, düşüncelerimi hilti ile kırıveriyor yorgunluğum.
***
Yerimi yadırgıyorum uyandığımda. Çıkarken yatak odasının penceresini açık bırakmışsın, efil efil esen yelin ılıklığını çıplak tenimde hissederken tekrar uyumamak için zorluyorum gözlerimi. Derken başucuma bıraktığın notu fark ediyorum:
“Akşam 21.00’da çok sevdiğin sanatçının konserine iki kişilik biletim var. Yarım saat önce evde olurum, en güzel halinle görmek istiyorum seni. Uyandırmaya kıyamadığımdan yazıyorum. Akşama görüşürüz.”
Şok havuzuna atılmışçasına fırlıyorum yataktan ve soluğu banyoda alıyorum. Alelacele duş aldıktan sonra üzerimde görmeyi çok beğendiğin gömleğimi giyiniyorum. Gömleğe uygun bir kıyafet kombinasyonundan sonra kapıdan girdiğini görüyorum. Aynadan takip ediyorum gelişini, yaklaşıp belime dolandıktan sonra boynumdan öpüşün tüylerimi ürpertiyor adeta.
Hazırlanıp çıkıyoruz hemen, neyse ki konser alanı evine çok yakın. On dakika sonra alana giriş yapıp yerimizi alıyoruz. İlk kez ünlü sanatçıların arasında bir konser dinlemek ehemmiyetli hissettiriyor nedense. Tüm şarkılara eşlik ederken göz ucuyla da bir yandan halini kontrol ediyorum. Gerginliğin beni de diken ucunda hissettiriyor. Konser sonrası kulise doğru ilerlerken yalnızca bedeninin değil ruhunun da uzaklaştığını hissediyorum. Beni sevdiğim sanatçıyla tanıştırırken ona duyduğum hayranlığı bir enkaza çevirip yıkıntıların arasına gömüyorsun beden dilinle.
Arka arkaya aldığın alkollü içeceklere engel olamıyorum. Gözlerindeki ateş ruhumu kanırtıyor, gözlerim yağmak istemeyen bir buluta dönüşüyor o gürültülü ve duman altı mekânda. Apar topar çıkıyoruz loş ışıkların altından. Bileğimin acısını hissedemiyorum bile olayların seriliğinden. Karşımıza çıkan ilk taksiyle eve geçiyoruz. Kıyametleri kopardığın ilk yarım saatte kurduğun cümleleri yadırgıyor zihnim. Bu hale gelebilmiş olmamızı, belki bir daha göremeyeceğim bir ses sanatçısını kıskanıyor oluşunu ve belki de tanıştığımız ilk gün duyduğun yüksek hazzın kırıntısını bile hissedemeyişine bahane arayışını sorguluyorum salondaki L koltuğun üzerinde, hem de bütün gece.
Sabahın ilk ışıklarıyla sadece tokalaşarak veda etmen canımı kesiyor cam kesikleriyle, dudağımı ısırıyorum konuşmamak ve ağlamamak için. Gelişimin üzerinden yirmi dört saat dahi geçmeden bu duruma düşmüş olmamızı hazmedemiyor içim. Evinden Dolmabahçe’ye uzanan yolu ağlayarak teptiğime eski birkaç konak ve Arnavut kaldırımlı taş sokağın şahitlik etti. Duydular hislerimin derininde vuku bulan sızıyı.
Sahile gelir gelmez oturuyorum bir banka, çekiyorum Boğaz’ın kucaklayan havasını ciğerlerime ve hayatımda bir kez görüp görür görmez de birlikte olduğum bir insana neden bu denli güven beslediğimin pişmanlığıyla yüzleşiyorum. Balıkların bile gafletimle kafa bulduklarını seziyorum. Çalışma şartlarımı, iznimi kullanışımı, patronumla restleşmemi geçiriyorum zihnimden. Bir mentollü de aymazlığıma yakıyorum. Yan bankta oturan genç kızın kulaklığından birlikte dinlediğimiz son şarkının avazı yükseliyor:
“Yasak elmam, günahın mayhoş tadından geçemedim hiç
Deli goncam, ayıbım sana bahar biçemedim hiç
Bilirim ki, kavuşmak değildir aşk kavuşamamak
Sarı hurmam, nefesini nefesime doya doya çekemedim hiç…”
Bir kez de anlamını kavrattığın şu şarkının sözlerine ağlıyorum. Evet, ben bir türlü büyüyemeyen sevgi yoksunu bir ahmağım. Yasak bir meyvenin tadına bakamayacak kadar da cesaretsiz. Kavuşmak değil, kavuşamamaksa aşk; tüm zayıflığım ve naçar halimle cânım İstanbul’u bu güne şahit adıyorum. Şimdi kendimi dinlemeyip son bir vapura binmeli, teneffüs ettiğin havayı bile terk etmeliyim. Buna da martıları tanık kılıyorum.
Vapur yanaşıyor işte, kartımı almak için çantama eğiliyorum. Sol atak da çantamdan geliyor. Veririm diye yanıma aldığım Attila İlhan’ın “Tutuklunun Günlüğü” kitabına çarpıyor elim. Tam burnuna gidiyorum vapurun, sana doğru bakan kısmına. Bir nokta halini alana değin bakacağım semtine. Şimdi karşı sahilden rüzgâr o mahur besteyi estirirken; ağlıyoruz Attila İlhan, ben ve Müjgan!