Tanrı beşinci gün çiçekleri yarattı. Sabahına terk etmeyi öğretti kuluna. Daha gün ışımadan veda koydu adını. Kulları ezber etti; tohumdan çıkıp yeşermeyi, yaprak yaprak boy vermeyi, çiçeklenmeyi, son kertede veda etmeyi…
Sol kulağımın üzerine yığıldım tren garının ortasında. Bedenimin sağ yanı yığıldı kalbimin üstüne, kendi ağırlığımdan yoruldum ansızın. Yeterince yorduğum kalbimin üzerine bir de cüssemi ittim. Yaparım böyle ara ara, doktorum his dünyama gem vurmamı öğütlese de yaşadıklarımın benimle olan kısmına bu kadarcık ev sahipliği edebiliyorum ancak. Kalabalığa karışan tahta bavulunun üç bin metre engelli koşusuna ayak direyecek gücü bulamadım kendimde. Aştığı ilk engel ben oldum, sonuncusunu atlamasına ise henüz beş dakika var.
“Toplanmayın etrafıma, görüş açımı yitiriyorum” demeye mani oldu dilim. Yine soluk boruma doğru kaygan bir zeminde buz pateni yaptığı hissi yaratıyor, başına buyruk. O da yapar bunu ara ara.
“Nefes alamıyor galiba”
“Dişleri mi kilitlendi onun?”
“Doktor yok mu aranızda?”
“Gözlerinin akı görünüyor sadece”
“Ağzından da köpükler gelmeye başladı”
“Ambulansa haber verdiniz mi?
Çok üşüdüm yine. Bu titreme tanıdık bir yabancı zihnimde. Üstelik ilk ayrılıktan sonra konuk oldu bedenime ve yıllar yılı her gidişe eşlik etmekle kalmayıp bariyerleri çoğalttı bir türlü yetişemediğim bitiş çizgilerine giden yolda.
Sevemedim yazları, hele ki iç üşüten sabahlarını. Kat kat yorgan örtünmek istedim, her güneşli rüzgârın vurduğu tül perdeli balkon kapılarının karşısında. Her havalanışında iç gıcıklayan dalgacı sesi karşısında sıkı sıkı tuttum kulaklarımı, yuvalarına kaçıp bir daha yerine gelmeyecekmiş gibi sıktım gözlerimi, dişlerimi çarpıştırdım birbirleriyle, savaş çıkardım her defasında küçücük bedenimle bilincim arasında.
Yenik düşmeye alışkanlığım tohum gibi serpildi içime ve yeşerdikçe arsız otlar bitti çevremde. Yabani sarmaşıklar boğdukça sesimi yitirdim. Yitik sesimle haykırmama kuru bir kalabalık engel oluyor bu defa, onlar benim ândan koptuğumu sanıyor olsalar da dışı eprimiş tahta bavulunu ve bileğinden bağlamalı düz ayakkabılarını görüyorum ben.
“Çok fazla titriyor, biri tutamaz mı?”
“Hiç dokunmamak gerek diye duymuştum”
“Ne koklatmak lazım gelirdi böyle olunca?”
Gitmek, eski bir gelenek; kökü acıya dayanan, gün geçtikçe dibe yol alan, yerinden oynatılması imkânsız kayalara sarınan… “Yeni bir yalanla daha karşı karşıyayım” dedin ya ayrılırken, o çatışmanın arasında “daha” kadar acıtmadı hiçbir şey içimi.
Katmerledin gidişini dört küçük harfle, katmerledin çünkü bunu hak edebilmem için en az bir kere yapmış olmalıydım dediğini. Hiçbir zaman doğru olmayana sığınmadım sonunda gidişler var diye. Adının dahi gerçek olmadığını bile bile göz yumdum küçük oyununu oynamana. Kim bilir, mesleğin bile doğru değildi adın gibi, olsundu, bazen gerçekleşmesi muhtemel olanla da mutluluğu yaşayabilirdi insan. Her ihtimalinle güzelken sen, hiçliğin dehlizlerinde yitmeyi, bir geleneğin bayrağını göndere çeken olmayı seçtin.
“Dilinin boğazına kaçmasına engel olmalıyız”
“Biri kafasını tutsun, çok fena vuruyor yere”
Gemiyi ilk gündöndüye sevdalı güneş terk etti. Ardından her yalancı gün ışığına aldanır oldu gündöndü. Dibinde biten her yabani sarmaşığı sevdalısı sandı. Sarmaşıklar sardıkça boğuldu, onlar boğdukça yeni bir güneşe çevirdi yüzünü gündöndü, yine de vazgeçmedi inanmaktan.
Perdelere düşman kılan, kahkahasıyla rüzgâra yarenlik eden, beni dünyaya getiren ancak ilk terk eden güneşimden sonraki yalancı gün ışığımdın sen ve aynı gidişi bu defa yatağımdan değil bir tren garının soğuk betonundan seyretmeme sebep oldun. Kalbime baskı yapıyor şimdi bedenimin ağırlığı, kulağımdaki kırmızı sıcaklıksa yakmıyor gidişinin yarattığı sarı sıcak kadar. Tüm yaşadıklarımız –mış gibi de olsa- tozlu ve eski bir tahta bavula gelişigüzel doldurulacak kadar yaban gelmedi bana.
“Kan akıyor kulağından, bir şeyler yapın artık”
“Ambulans geliyor işte”
Evden ayrılışının ardından yaşadığım şaşkınlığı atlatamadım epeyce. Aceleyle topladığın eşyalarının yarattığı soğuk boşluğa saplanıp kaldım uzunca bir süre. Okumayı tamamlayamadığın kitabı unutmuştun. Zaten hep yarım bırakırsın sevdiğin şeyleri. Ayracı koyduğun sayfaya göz gezdirdim, kalın uçlu silinmez bir kalemle çizdiğin cümleleri gördüm bir tek:
“Tren yolculuğunu severim ben,” dedi ağzından saçılan dumanların arkasından. Gitmek fiilinin altını çift çizgiyle en güzel trenler çizebilirmiş ona göre. Otobüs koltuğunda Ramses gibi kıpırdamadan oturanlara, yolculuk ediyor denemezmiş doğrusu. Sonra, trenler her zaman bir sır taşıma olasılığı taşırlarmış.*
Hareket etti işte trenin, bu sesi hiç sevmedim, uğultuda boğulmayı yakinen tanıyorum çünkü. Yavaş yavaş gevşedi bedenim bak; kitlenmeme de sebep gidişin, kendime gelmeme de, gördüğün gibi. Göz kapaklarımın ağırlığına aldırış edemiyorum gidişinle birlikte, zamansız dağılan kalabalığa seslenmekten de vazgeçtim. Kulağımdaki kırmızı sıcaklık yerini gardaki koca saatin yelkovan ilerleyişine bıraktı. Hızlı hızlı akmaya başladı az önce duran zaman ve sabit ayaklar hareketlenip dağıldı bir anda.
“Beyefendi duyuyor musunuz bizi? Epilepsi nöbeti geçirdiniz galiba, lütfen kalkmaya çalışmayın artık, kulağınızın kanaması durmadı henüz”
“Beş dakikadan fazla sürmüş, üzerinden herhangi bir ilaç da çıkmadı. Hastaneye götürsek iyi olacak.”
“Bırakmıyor elindeki kitabı, kana bulanmış her yanı… Bu şekilde yatıracağız mecburen sedyeye. Adı da okunmuyor kandan, neymiş ki adı kitabın?”
(*Hasan Ali Toptaş / Ölü Zaman Gezginleri)