“Bulunmuş bir eşya gibiyim sanki
Kullanıyorum kendimi olduğu gibi.”
Edip Cansever
Gördün mü hiç suyun yanmasını tuzda
Gördüm ben bu yaşam boyu iniltiyi
Büyük bahçelerin küçük içinde
Saksılardan birinde
Gördüm de
Uyurken uyandırılmış gibi
Beni bir sardunya büyüttü
Yalnızlığın en yalın haliydi Ruhi Bey’in iç sökülmeleri. Kuytudaydı ve bir o kadar da yaşamın içine düşmüştü. Acı çekiyor, kalabalıklarla çoğalıyor sonra kendini tüketiyordu, Ruhi Bey hem herkesli hem hiç kimse… Bir sardunya arsızlığı ile boy verdi bu dünyada. Yaşadı ve bir gün kendine şu soruyu sordu “Ben Ruhi Bey nasılım?”
O ben ki
Bir kadında bir çocuk hayaleti mi
Bir çocukta bir kadın hayaleti mi
Yalnızca bir hayalet mi yoksa
Kendini eviren bir mevsimdi Ruhi Bey. Yaşadığına tek kanıt, kendisiydi yine. Yağmurun havada asılı olduğu günlerde, çocukluğunun geçtiği mahallede, biriktirdiği ne varsa dökülürdü gecesine. Kimselerin ilgilenmediği değişmeler acıtırdı Ruhi Bey’i. Yazları biriktirdiği tüm sevinçlerini, erken soldururdu.
İlkyaz, yaz ve bitiş… Her geçen mevsim yeni bir bağışlanma duygusu uyandırır içinde, sanki değişen yalnızca mevsimler değil de günahlarının çeşitliliği idi. Yaşamaktan, yaşlanmaktan ve susmaktan ürerdi onun boşluğu. Bu oyuna, ne kurallar koymak istedi ne de oyunu bozan olmak.
Umut etmek denilen o güdümle yaşanmaz, biliyordu. Ruhi Bey. Eylemleri için çırpınan insanların döngüsünü izlerdi. En büyük tesellisi, bir çöl güncesi gibi geçen zamanı avutmaktı. Denize koşan tüm hayatların sonun susku olduğu bilir ama yine de sessizliği yırtacak bir alkış beklerdi içinden. Yengeçleri, kaya üstlerinde sadece Ruhi Beyi görür. Yosunun ve açıkta yüzen ölü yunusun cesedinden gelen o kokuları sadece Ruhi Bey duyumsar. Köpük köpük dalgaları izler, kaya içlerindeki yengeçlerin dansını bilir. Güneşin doğuşundan batışına kadar geçen süre içindeki suskuyu damıtan martıların gözleriyle bakardı dünyaya. Öğleyin karşı dağın kavşağında, parıldayan güneşin denizdeki yakamozlarını bekleyen yine onun gözleridir. Her gün yinelenen bir bekleme sonrası denizin kokusunu içinde taşır. Yaşlanan bir martı gibidir, tükenen ve yavaş yavaş denizden kopan…
Denize koşan tüm yaşamların sonu susmak oluyor Ruhi Bey. Yalnızlık denize bakınca çoğul bir hal alıyor. Deniz olmak istiyor iç(imiz)deki im. Dağlardan akıp gelen suyun, yosunlarla sevişmesi gibi, insanın kirlettiği bir haziran oluyor her dem. Bakıp duruyoruz denize Ruhi Bey ve sen hep gördüğün o kayaya çıkma isteği taşıyorsun iç(imiz)deki yengeçle. Sonunda, birkaç ürkek kulaçtan sonra kayaya ulaşıyor ve Ada’na varıyorsun, ikinci bir yalnızlık kuşanıyor ve uzuyorsun boşluğa doğru. Kıyıdan ve denizden kopmuş kendine ve yengeçliğine. Kaya balıkları özgürce geziniyorlar suda. Yengeçler saklambaç oynarcasına taşınıyorlar kaya işlerine.
İç(imiz)deki Yengeç
—Hiç sevmediğim bir hayvan şu yengeç.
Beni ürküten bir hali var ve bana hep ölümü çağrıştırıyor. Beni korkutan bir izlence o kadar. Hakkında hiç bir şey bilmediğim, ona yaklaşmaktan öte korkunun tüm edimlerini yüklediğim yengeç… Bir de merak etmeden yaşadığım bir bilinmez. Bilinmez, çünkü görmedikçe imge dünyama sızmadan yaşayıp giden bir kayıptır yengeç. Önceleri onunla yüzleşenler kadar yüzleştim. Merak etmedim ve etmediler, içimde bir yengeç büyüttüm Ruhi Bey. Gizlendikçe hatırlandın.
Hatırlamak neyi unutmaktır Ruhi Bey? Sisler içinde Turgut Uyar ile buluşmalarımız. “Hiç sevmem şu Yengeç sanılan hayvanı” deyişi sana mı? Denizimizi hep yağmurlar mı suladı Ruhi Bey, yengeçliğimizi hep kışlar mı hatırlattı? Yazlar eskiyor mu Ruhi Bey, sararmış onca yaprak geçmiş yazın gözyaşları mı?
Yengeçliğimizden kaçmak, bulup unutmak, unutturmak ve unutulmak, yağmurun yalanı mı? Günlerce evde kapalı kalmak, sabretmek ve içimizi açmak duvarların suskusuna… Tükenen her mevsimin anları bıraktıkları… ne istiyor bu dünya, nedir bu döngüdeki değişme çabası?
İç(imiz)de bir yengeç öldü:
Ayna sustu Ruhi Bey, gelen-giden-oda işleri denizi çeken balıkçı, kayadaki yengeç oyalandı ve uzunca bir süre martılar küfretmedi. Şimdi sırtımızda, ayrılığın diş izleri var. Yaz geçti, imgesel bir söylemdi denizimiz boşluğa. Zihnimizde, susmanın ayılışı, çığlık çığlığa sokaklara taşmak isteyen bedenlerimiz oda içlerinde yine ve içimizde eriyen bir iceberg. Buluntu bir kayaya, yengeçlerle birlikte kazınan suretimizdi geçen yaz. Yokluk içindeki sığınaklarımızdı kaya dipleri, yengeçliğimizdi denizin dibindeki im.
Ovanın ortasındaki yalnız ağacın, yaşadığı sonbahardı dökülmelerimiz. Yalın, kimsesiz ve doğurgan tümcelerin yalnızlığıydı suskunluğumuz. Yüklemimiz yoktu bu boşlukta. Benzememiz bu yüzdendi ayıklığımız öznemizdi. Dürer’in saatlerini kıskacına alan bir sulu boyaydı yengeç. Turgut’un yaşama tutunuşuydu ve kanserli bir bedenin Latince ismiydi yengeç.*
Sen öldüğün zaman, “masmavi iki yengeç gibi bakmaya başladığı zaman gözleri garson Vasil’in / tam o zaman…
Sordun kendine yine
Ölümle kaplı o kirli cümle.
Siz Ruhi Bey nasılsınız
Ben Ruhi Bey nasılım
Anladım anladım
Ve şimdi iyi biliyorum artık nereye.
Ölümü anlattı bize soy ağacımız. Sessizlik atamızdı ve ölüm bir yengeç kadar korkaktı. Büyüyorduk ve büyütüyorduk adımızı Ruhi Bey, unutulmak için.
*Cancer: Yengeç (Latince)