Sanatçı ya da tarihe mal olmuş bir şahsiyet. Unvanı ne olursa olsun kaleme aldığı anı, günlük, deneme gibi türler çoğu zaman biyografilerin ya da otobiyografilerin ötesindeki sırları aydınlatabiliyor. Kendi adıma diyebilirim ki bu türlerin bir araya getirildiği eserleri okumak bana büyük bir keyif veriyor. Hele ki mektuplar…
Nahit Hanım’a mektuplarından oluşan “Yalnızca Seni Arıyorum”da Orhan Veli’nin şiirlerinde yakalayamadığım pek çok insanî yanı görmenin keyfini yaşamıştım. Bazı şiirlerin gizlerini ortaya çıkarmak; mektuplarda bahsi geçen sanatçıların farklı özelliklerini görmek adına müthiş bir çalışmaydı.
Cemal Süreya’nın “Günler”i, Mina Urgan’ın “Bir Dinazorun Anıları”, Franz Kafka’dan “Milena’ya Mektuplar” ifade ettiğim unsurları barındıran harika yapıtlar. Geç de olsa Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Ziya’ya Mektuplar”ını okuyabildim.
Mektuplardaki ifadeleri başka vesikalarla birleştirerek sanatçının psikolojisine dair anksiyete, panik atak gibi teşhisler koymak hem edebiyat tarihçilerinin hem de işinin uzmanı araştırmacıların görevi olsun. Mektupları okuduktan sonra edebiyat araştırmacılarının şairi konumladıkları yer benim için daha açık seçik bir hale geldi. Ömrü vefa etseymiş tıpkı Oktay Rifat Horozcu gibi İkinci Yeni’nin lokomotiflerinden olacağını da bu mektuplar sayesinde öğrendim diyebilirim.
Şiirleri özelinden gidecek olursam: “Abbas” şiirinin hikayesine vâkıftım meselâ. Şiirin Ilıca’da askerken ortaya çıktığını, emir erinin şiirin geneline ve başlığına etkisini bilirdim ancak Abbas’ın şair tarafından bir masalın Hızır’ına benzetilip hayalleri gerçekleştiren bir masal kahramanı olarak tasvir edildiğini Ziya’ya yazılan mektuplardan öğrenmiş oldum. Tarancı, Süreya’nın deyimiyle pek çok “cins şair” gibi iş olsun diye yazmıyordu yani. Pek tabii o da insandı. Mesela “Akşamcı” şiirini gözyaşları ile süsleyerek yazdığını öğrenince mahzunlaştım, etkisini gün boyu üzerimde hissettim. Bir şairin doğum sancısını duyumsuyordum. Hâşim gibi kendini çirkin bulması mâlumumdu ancak mektuplar, içinde bulunduğu kompleksi ve buna bağlı aczi tüm çıplaklığıyla okura gösterebiliyordu. Yine bu mektuplar olmasaydı yazıldığı dönemlerde de günümüzde de dillere pelesenk olan “Otuz Beş Yaş” şiirinin, şairin uzun süre (sanıyorum dört yıl) üzerinde çalıştığı bir şiir olduğunu öğrenemeyecektim.
Şairin ağzımı açıkta bırakan rakı tutkusu, Dıranas ile eroine karşı verdikleri mücadele şaşkınlığımı katbekat artırdı. Yaşadıkları yıllarda eroinin var olduğundan bile haberdar değildim. Mektupların birinde Tarancı’nın askerliğinin son dönemlerinde şiire olan ilgisini bildiği ancak tanışma fırsatı bulamadığı entelektüel bir kadınla yıllar sonra babasının çöpçatanlığı vasıtasıyla tanıştırıldığını öğrenmek ise paha biçilmezdi.
Biraz araştırınca bahsi geçen kişinin Melek Tigrel olduğunu fark edebiliyordunuz. O yıllarda en meşhur şairler arasında adı sayılan Tarancı’nın Varlık’ın 1943 Şubat sayısında kendi şiirlerinin yanında sevgilisinin (Melek Tigrel) şiirlerinin de yayımlanmasını arzu edişi, bunu dergi yönetimine bizzat iletmesi beni çok etkiledi. Buna rağmen şubatta yayımlanan iki sayıda da ne yazık ki Melek Tigrel’e ait şiirler yayımlanmadı. İlişkilerinin bitmesinden aylar sonra Varlık’ın mayıs ve haziran sayılarında Melek Tiğrel’in şiirlerine rastlıyoruz. Neden bittiğine dair detaylarına belki de hiçbir zaman ulaşamayacağımız bu ilişkinin “meleğine” ait ayrılık şiirini* aşağıda paylaşmak isterim.
* Ayrılıklar, Tigrel Melek, s.411-412 Varlık Dergisi, Mayıs 1943