Bir şiirin tarihi onun tekniğinin tarihidir.
Aragon
Genç adam tekrara inanmış olsaydı,
her şeye kadir olur, nice iç derinliklere ulaşırdı!
Kierkegaard
Şiir deneyimlediğimiz birçok şeyin ve en çok da bir imanın vecdine malik olanların haline ilişkin deneyimlerin örüntüsüdür fakat acaba deneye deneye bulabileceğimiz bir şey midir? Şiir verilidir ve taşıyıcısı olduğu hakikatin dile getiriliş biçimleri de belirlenmiştir. Mana şairin karnındadır, meğerki şair şiirin hüdayınabit bir şey olduğu yanılgısına düşmesin. Şiirde deneysellik mevzuundan ziyade, bize ilham olunmayan şiiri onun bünyesinde el yordamıyla ve kıra döke yapacağımız bir yenilik ve özgünlük ameliyesiyle elde edip edemeyeceğimiz üzerine düşünelim biraz.
Şiirin yeni bir söylem bulabilmek için bazı kritik zamanların hatırına gözden çıkarabileceğimiz bir şey olduğu fikri, onun kadim tarihinin de gösterdiği üzere bizatihi şiirin varlığına kasteder. Bu, genç kuşak üzerinde öyle derin bir kırılma yaratır ki şiirin hiç işlenmemiş, bakir ve neredeyse çorak bir toprak gibi genç şairin önünde savunmasız, alabildiğine geniş uzandığı vehmine kapı aralar. Hâlbuki yaşadığımız çağın bize gösterdiği şudur ki artık şiir üzerinde yapılacak en küçük bir tasarruf bile onun sınırlarını genişletmek şöyle dursun, bünyesinde taşıyamayacağı bir ağırlık olarak en kötüsünden bir safraya dönüşecektir.
“Edebiyata, hiçbir şey yazamayacağımı söylemek için, kitaplar yazarak başladım. Yazacak bir şeylerim olduğunda, düşünceler bana yasaklanan şeylerdi.”diyen Antonin Artoud’nun şiir tecrübesi, şiirlerini gönderdiği derginin editörü Jacques Riviere’in başta bu şiirleri reddetmesi üzerine Artaud’un kendini ve şiirinin formuna ilişkin açıklamalarını içeren birkaç mektubu Riviere’e yollaması üzerine farklı bir seyir izler. Şiirler bir müddet daha yayınlanmaz ama şiirlerin bir nevi yol haritası durumundaki bu mektuplaşmalar yayınlanmaya değer görülür ve ortaya Artaud’nun parçalanmış bilincinin şiiri arayışındaki estetik uğraşın izleri serilir. Tarahumaralar Ülkesine Yolculuk’a bir önsöz yazmış olan Maurice Blanchot da bu şiiri mümkün kılan yazışma deneyiminin kışkırtıcılığı üzerine şunları kaydeder: “Jacques Riviere de bu anormal durumun farkına varmış mıydı acaba? Kendisinin yeterli ve yayınlanmaya değer bulmadığı şiirler, öyle olmaktan çıkmış; ve yetersizlikleri yazışma deneyimiyle ortadan kalkmıştır. Sanki şiirlerde eksik olan şey, eksik taraflar, bu eksikliğin açıkça dile getirilmesiyle ve gerekliliğinin derinleşmesiyle, bir bolluk ve berekete dönüşmüştür. Jacques Riviere, eserin kendisinden çok, eserin deneyimine ve yaşantısına, eser olmasına doğru alınan yola ve Artaud’nun becerikli bir şekilde betimlemediği anonim ve karanlık izlere ilgi duymuştur. (…) O halde biz, burada, edebiyatın ve hatta sanatın birbiriyle ilintili gibi göründüğü bir hadiseyle karşı karşıyayız: Şiir içinde mi saklar yoksa apaçık sergiler mi; ve eseri doğuran hareket, eserin gerçekleştirilmesi hatta bazen kurban edilmesi amacını mı taşır?”[i]
Gerçekten de şiir tarihindeki en kritik sorulardan biridir bu; bir şiiri yazdıran şartlar, bütün o karanlık ve gerilimli deneyim, şiirin üstününün örtülmesiyle, şairin halinin şiirin kendini bütün ağırlığıyla dayatan o hale galebe çalmasıyla mı sonuçlanacak, sonunda elimizde şiir olamayan ama şiiri bir şekilde ima eden, şairin deneyimleriyle örülü bir aksiyon mu kalacaktır?
Şiirimiz gelip de İkinci Yeni diye adlandırılan akıma dayandığında aslına bakılırsa tam da böyle bir sorunu tecrübe etmiştir. Şiiri yazdıran toplumsal, siyasi ve edebi konjonktür deneyimi bir bakıma işte bu ‘yeni’nin ikinci olan dönemini somutlaştırmak ve onu şiir tarihinde sağlam bir konuma sabitlemek amacına yöneliktir. Ve şairinin elinde onu arayışının kurbanı olarak tecessüm eden şiir belki belli bir zaman boyunca ve belli bir amaca yönelik olarak niteliğine ilişkin kayıplar vermeyi daha baştan kabul edecektir.
T
Blanchot’nun sorduğu sorunun Türk şiirindeki izdüşümü, ‘şiirden vazgeçmek pahasına’ yeni bir şiir kurmanın cehdi ve İkinci Yeni: Şairin şiiri arayışındaki yordamın zamanla şiirin rağmına bir metodolojiye evrilmesi yıktığını yeniden bulmakla eş anlamlı oluyor bazen. Bir safra olarak atılan ise şairin yalnızca bu duruma bina ederek kurmaya çalıştığı şiiri bir performans gösterisine indirgeyen pozudur. Şiir tarihinde de bu ‘şiire rağmen şiir’ anlayışlarının artık kendini inkâra vardıran ve şiiri bir entelektüel hedonizm nesnesi haline getiren tavrın oldukça ‘özgün’ seslerinden oluşan oldukça özgün bir çöplüğü vardır. Turgut Uyar’a ‘korkulu ustalık’ının ona ilham ettiği şiiri –özellikle Divan kitabında- yazdıran da sanırım bu tavrın sakıncalarını ve şiir tarihindeki seyrini kavramış olmasıdır.
O halde şairin şiirsel seyri üzerinde düşe kalka ilerleyen uğraşısı bizi nereye vardıracaktır? Şiir aramakla bulunan bir şey ise, onca denemenin şiir üzerine yığdığı ağırlıktan elimizde kalan nedir? Behçet Necatigil’i bir nevi taslak kitap olarak kalan ve ilk şiirlerinin yer aldığı Yeldeğirmenleri’nden Kareler Aklar’a getirip bırakan seyrüseferinde her daim şiirini yeni baştan kurmaya iten düşünce ne idi? Bir noktadan sonra “Şiirin evrimi, hayatı kabulleniş tarzımızın evrimi değildir.” diyen ve asıl şiiri bulana kadar uğraşının sürmesi gerektiğinin farkında olan Necatigil, hangi döneminde eserini kurban ettiğinin bilincindedir ve bu farkındalığın sonucu arkasında bıraktığı o şiiri inkâr etmek olacaktır şüphesiz. Kamuran Şipal’le yaptığı bir konuşmada ‘Eski şiirlerinizi inkâr mı ediyorsunuz?’ sorusuna karşılık şöyle cevap verecektir Necatigil: “Evet. Çünkü Evler’de bazı mısralar o kitabın içeriğini özetliyordu. Bugün yazmış olsam Evler’i yazmazdım. Bu, geldiğimiz yeri, toprağı inkar etmekse, asi evlatlıksa öyle.”[iii] Bugün olsa yazmazdım dediği şiiri ona yazdıran ise 1940’lı yılların şiir anlayışıdır. Ona göre ‘uzağı görmesine’ engel olmuştur bu dönemin şiir anlayışı.
Şaire dışarıdan dayatılan, onun içindeki şiirin sesini boğan ve bir anlamda ‘asrın idrakine’ uygun bir şiiri
-şiirin rağmına- ona yazdıran da bu dönemsel şiir anlayışlarıdır. Şairin bütün bir şiirsel seyrini kesintiye uğratması bakımından bir talihsizliktir elbet ve ancak şairde olmasını beklediğimiz ferasetle karşı konulması mümkündür.
Şiirin burçları her şairin şiirden yana nasibi olmak bakımından derece derece tecrübe ettiği bir hal ise yazdığımız şiiri bir enkaza dönüştürmeden her bir burçta nasıl konaklayacağız? Sanırım bunun yolu geçmişin bütün tecrübesini kendi şiirimizde yeniden kurgulamak olacaktır. Hem biçim hem de duyarlık bakımından sahih olmak kaydıyla bütün şiirsel dönemlerin ortaya koyduğu birikimi yeniden ele almakla, onları kendi şiirimizin bünyesinde yeniden kurmak ve yıkmakla, şiirin olanca ağırlığıyla yazdıklarımız üzerine bir gölge düşüren ‘yeni bir söz söylemek’le ‘öncekilerin bir devamı olmak’ arasındaki açmazın üstesinden gelebiliriz. Böylelikle bir şair yazdığı şiirde bütün bir şiir geleneğinin tecrübesini somutlaştırmış olacaktır.
Bugün şiir yazan bizlerin kaderi Jung’un anlattığı o tuhaf yaşlı adamı taklit edenlerin kaderine benzer. Yaşlı adamın kendi sır arayışı onu kendi içinde ve kendisi için anlamlı bir sembolizme götürür. Onun çizdiği işaretler ona bağışlanmış olan hakikat nezdinde bir anlam ifade eder. Eriştiği ‘mutlak’, nice burçların, safhaların ve kendi seyr-i sülûkunun eseridir. Ve ondan sonra gelen meraklılar, hevesliler, yalnızca onun kaderine matuf bir hale, çevrimi tersinden zorlamakla ihanet etmiş sayılırlar. Bizler bir sonu yaşıyoruz. Şiirin sonu değil elbet, geleneğin olgunlaştırdığı ve her şairin ferasetince talip olduğu bir şiir burcunun bizden önce deneyimlenmiş bütün şiirsel hallerinin sonunu.
Şiirde denemek ve yanılmak şiir yazmanın yollarından biridir. Ve fakat şiiri yazdıran bütün o deneyim şiirin kurban edilmesi rağmına kutsanmamalıdır. Şiirsel gelenek, şiirin kendisini ve dile getiriliş biçimlerini tanımlamıştır. Bize düşen geleneğin çevrimini tersinden deneyimlemek değil, onu yeniden kurmak ve ‘sonuca yol açan sürece’, şiirin kendinde bir sır olana cehd yoluyla yeniden talip olmaktır.
[i] Antonin Artaud, Tarahumaralar Ülkesine Yolculuk, (Çev: Bahadır Gülmez), İst., 2015, s. 7-8.
[ii] Şiiri Konuştular, (Haz: Celâl Fedai), İst., 2011, s. 122-123.
[iii] Behçet Necatigil, Düzyazılar II, İst., 2006, s. 97.
[iv] Behçet Necatigil, Bile/Yazdı, İst., 1997, s. 62.
[v] Carl Gustav Jung, Dört Arketip, İst., 2013, s. 61-62.