Şairin, “Gamdan Kale” adlı şiir kitabında içine girdiği yalnızlık ve keder duygusunun peşini bırakmadığını söylüyor bir röportajında. Belli ki bungun zamanların meyvesi olan kitap, içindeki her şiirle bize bu duyguyu geçirmeyi amaçlıyor gibi duruyor.
Hep aynı yerden vuruyorlar da kapanmıyor yara”
Dünya’nın, yeryüzünün en sıkıntılı zamanlarına gönderme yapan ve kitaba ismini veren ilk şiir “Bun” girişteki Cioran’ın sözüne tıpkı “Bungun” şiirindeki gibi atıfta bulunuyor. Bölümün başındaki bu atıflar şiirlerin ortamına girmeyi kolaylaştıran unsurlar.
“Deva bulmaz
Bağrında yer etmiş hastalıklı mevsim”
Çaresizlik temasını toprağın açısından vermiş. “Toprağın lal oluşunu gördüm”. “Ağıt” şiiri aynı zamanda beslenmiş, bilenmiş ve keskinleşmiş bir çaresizliği bağırıyor. Bu hissiyatı sona kadar görüyoruz. Adeta sürülmüş bir topluluğun şarkısı gibi, bireysel eylemlerimize ve yaşantımıza dair kolları aşağı düşmüş bir tanımlama görüyoruz şiirde. Orman ve içindeki tek bir ağacın açısından her şeyin yitişi bize verilen tez elden şiirsel bir kurgudan ziyade olan bitenin acılı veremi gibi.
“Ah” şiirinde de geçiyor ya: “Bağrımdaki şu sıkıntıyı kimden aldım / eşiğime bu ateşi koyan her gece / her sabah külleri süpüren kim?”
“Ağıt” şiirinin devamında görülen insanların akıbeti edebi bir üslupla ele alınmış. “İnsan insana çare değil / koyu bir sıkıntı oldu”. İnsani bağların belki esnekliğini, boşluğunu ve geldiği son noktayı açıklarken “ölüm güzellemelerinden” bahsediyor; ölmeden görülmüş ölülerin ülkesinde, tabutsuz ölüler belki geziniyor etrafta. Bu noktada ağıtın neye karşı yakılmış olduğu anlaşılıyor. “Bin yıllık zeytin ağacını / kökünden söktüler burada.” Önce sonsuzluk ve insanın ebedi duygularını ifade eden zeytin ağacının yitişini sunuyor bize şiir, ardından bunun üzerine toprağı sessiz kaldığını söylüyor. Uzakların leyleklerinin ve —öyle ki— taşıdıkları çocukların vuruluşunu, serin uykuların huzursuz sabaha dönüşümünü veriyor şiir. Altında yatan o keskin mesaj insandan pek uzağa gidemez herhalde. Yitiş, boğazından kesik yaşam ve kopuş.
“Bu karanlığa kim saldı bizi
Kim bu azabı söyledi uzun olsun”
Ve aynı şiirin sonrasında bu akıbet için korkutucu olabilecek sözler geliyor. Sanki insanın içindeki bitmez sıkıntının leşçil yaratıklara besin olacak leziz bir tarafı varmış gibi görünüyor.
“İçimizde debelenip duran bunaltı / akbabaların sabırla beklediği”.
Şiirlerde görülen bu “son” anlayışı; diğer bir deyişle zaten olmaktan haz duyulmayan bu dünyada neticelen her şeyin acılı olması gerçeği tanımlanıyor. Her şeyin anlatılacağı gibi Cioran ile bağlandığı noktanın da bu olması gerekir ve bağlanır da. Umutsuz ve depresif tarafın bilinçle eklendiği yok ortada, böyle durumlarda zaten gerçek dillendirilir ve kalemin rahminden bir şiir olarak tezahür eder.
Kitabı oluşturan şiirlerin çoğunda sıkıntı diye bir gerçek var. Onun her daim dillendirilmesini de görüyoruz okuduğumuz her satırda. Kelime anlamı olarak sıkıntı veya dert diye karşılık bulan “bun” da insanın yakasını bırakmayandır. Daha günlük sıkıntılardan felsefi, şairane ve sanatsal sıkıntılara belki… ya da kimseye anlatılmayanlara…
“Şu sızlayan sancılı coğrafyanda
Sıkıntı diye bir iklim var dört mevsim”
Hiç geçmeyecek bir olguyu aktarırken mevsimlerin döngüselliğini kullanmak anlamlıdır. Sıkıntı diye bahsettiğimiz o kavram şiirlerde hiç bitmez. Her mevsimde geçmeyen bir baş ağrısının ve depresyonun gerçekten kendi doğalarında bir atmosferi vardır. İlk dönemlerinde, yani yayılırken akla geçici bir durum gibi gelirken sonrasında mevsimlerden farkı kalmaz. Cioran da burada devreye girer.
Cioran kadar sıkıntıyı ve yaşamdaki kederi insan doğasıyla içselleştirmiş bir düşünürün konuyu ele alışı bakımından farklılık gösterse de aslında derinine inildiği vakit anlam yalnızca bunu ifade ediş biçimine bağlı kalmaktadır. Bu noktada “çürüme” ve “sıkıntı” iç içe geçen iki kardeş sözcük oluverir. İnsanın doldurulamaz boşluğundan ayrılma çabalarına rağmen hala devam eden bir durumdur bu. İşte bu noktada bir şair de düşünür kadar konuya yenilik getirmek açısından etkili olabilir. Dünyadaki gerçeği görüp bununla ilgili birkaç satır şiir yazmak veya felsefi dayanakları olan bir konferans vermek arasındaki fark böylelikle azalır. Kalan tek fark ise metot olur.
Şiirlerde görülen temel hava bununla ilgilidir. Yaşamdan bir kesik almak, belki diz çökmeye yaklaşmak, nefesin tükenmesi, “bungun” durumların içinden çıkılmaz hali ve daha birçok açıklama getirilebilir. Bir anda tüm bu gidişi anlamsız kılacak açıklama bulunabilir. Şiirlerde okuyucuya gelen kısım burasıdır. Bir acının ve sıkıntının varlığını dinlemek, okumak, çok rastlanır bir durumdur; ama sıkıntının uzun veya kısa soluklu haykırışlarına kulak vermek insan doğasıyla temelde eşittir. Edebiyat da önceki dönemlerinde insanın tragedyalarını insana aktardığından bu eşitlik sağlanmış olur. Yaşam kurtuluşu olmayan bir sıkıntı olarak görülebilir. Eğitici yanı bir yana, sıkıntıda sabrın doruklarında olunsa bile çileli bir başkalık vardır.
“Hep aynı rüyanın
O puslu yüksekliğinden
Hep aynı seslerle
Düşüyoruz kendimizden”
Sonuna yaklaşırken şair “Terk” eyliyor. Bu insanlık hafızasında sıklıkla görülen bir tema olması açısından önemlidir. Hemen ardından yasın gelecek olması da tesadüf değil.
“Birbirimize hiç değmeden / nereye gömeceğiz çaresizliğimizi?”
Bun’un bitmediği ve devam ettiği yaşamda, kitabın sonuna yaklaşırken bahsedildiği gibi “bu harabe uğrakta”, artık nihayete varan hikâyeler gibi gülememenin ve eğlenememenin de var olduğu vurgulanıyor. Adına “Yas” denilen bu nihai noktanın bahsettiği yerde gelip geçenler hep olacak gibi duruyor.