“Yavaşlamayan bir şiir var mıdır?” demekten kendimi alıkoyamıyorum. Daha doğrusu yenilikçi; her yönelişten, her okunuştan ve her bakıştan azade; kemiksiz bir şiir… Yani her an değişken yorumlara açık, katı durağanlıktan sıyrılmış, devamlı harekete tabi ve akışkan… Büyük, Divan şairi Neşatî’nin, aşırı hayalperest ve bir o kadar yenilikçi mısraları geliyor hemen aklıma: “İtdük o kadar ref-i taayyün ki Neşatî/ Âyîne-i pür-tâb-ı mücellada nihânuz”[1] diyor aziz şair. Bu manayı sadeleştiren Yahya Kemal ise, -yaklaşık iki yüz elli yıl sonra- başka bir beyitle tekrar işliyor: “Merhum, Edirne Şeyhi Neşatî diyor ki: “Biz/ Saf aynalarda sırroluruz öyle gaibiz”[2] Bir şairin cilalı aynalarda dahi görünmeyen hezeyanı… Bu beyit, kayboluşun değil devamlılığın mısralarından müteşekkil olduğu için hareketli bir mahiyete sahip diye düşünüyorum. Zira yüzyıllar sonra başka bir büyük şaire kendini tekrar yazdırıp; sırroluşun kinayeli vehminden ve sanatın tozlanmış portrelerinden sıyrılabiliyor.
Şairin hazin hazinesi, şiirine dökebildiği kadardır. Ve bu döküntüler, yeni bir binanın demirini, iskeletini, tahtasını oluşturacaktır. Tabii, döküntülerden kurulacak bir yapının sabit olması beklenemez. İşte bu noktada, şiirini inşa etmekle cedelleşen şairin, kelime tuğlalarını birleştirirken kullanacağı hayal harcının kuvveti devreye girer. “hüzün ki en çok yakışandır bize/ belki de en çok anladığımız”[3] diyor, Hilmi Yavuz. Öyle ya! Şiirin derinliklerinde yatan asırlardır hüzün olmamış mıdır? Batılıların deyişiyle “melankoli”… Fuzulî tarafından yalancı addedilen şairin; kelimelerin ve uç hayallerin dinamiklerinden meydana getirdiği şiir felsefesi, mübalağayla taçlandırılmış melankoliden başka nedir ki? Hep özgürlükçü düşünen ama kendi yalnızlığında can çekişen hisli mahlukların melankolisinden başka… Peki, mananın bu kati özüyle tezat bir hususiyet taşıyacak bir şiir yazılabilir mi? Yani hüzne karşı neşe, melankoliye karşı kahkaha… Yedi Meşaleciler’in empresyonist şairi Sabri Esat Siyavuşgil: “Neden hıçkırıyorsun? Tükendi mi kahkahan?/ Bir parça neşeyi sev; bir parça hayata bak!/ Gam çekenler güldükçe elem de yavaşlıyor.”[4] diyerek tabir etmeye çalışmış bu durumu. Onunki, kadim şiirin gelenekçi tavrına karşı takınılmış bir karşı çıkış, bir alternatiftir. Ruhun dinginliğinden yaratılmış bir şiire karşı, hareketli ve atılgan bir şiir. Peki gelenekle gelecek yan yana getirilmiş olsa idi? Hüzün ve neşe…
Genç şair Nilgün Emre’nin yakın zamanda çıkan ilk kitabının ismi, işte bende bu tabire yakın bir çağrışım uyandırdı: Melankolik Kahkaha! İnsan, nedir bu “melankolik kahkaha” diye merak ediyor. Şiirimizi çok büyük ölçüde şekillendiren kadim melankoli mi, yoksa ona geniş ve hareketli ufuklar açan kahkaha, yani neşe mi? Kitabı ikinci kez okuyunca aslında ikisi de olmadığını anladım. Onun şiirleri ne tek başına melankoliyi ne de kahkahayı temsil ediyor. Zaten bir temsilden ziyade, ikisinin birbirini şekillendirdiği bir şiir ahlakı sunmak istemiş okurlarına Nilgün Emre. Sanki, melankoliyi gamlı eyleyen sızılı kahkahayı ve kahkahayı gürleştiren o sarhoş edici kederi anlatmak, daha uygunu; hissettirmek istemiş.
Şair, “Etindeki yıkıntıyım ben diyordum/ Allah’ın avlusunda”* diye sıraladığı, küçük bir Avlu ile kapılarını açıyor kitabında. Neşatî’nin, varlığın ezici gerçekliğinden kendini soyutladığı beytine benzettim bu mısraları. İkisinde de aynı metaforların farklı zaman çıkmazlarında dillendirilmiş duygularına şahit oldum. “Sokak boyunca/ Bir çocuk dans ediyor/ Kuşlarla/ Hüznün pervazını/ aralayarak”* dediğini duydum genç şairin, Kedi Ayeti’nde ve Hilmi Yavuz’dan yola çıkıp şiirin kaynağına yol aldım. Ardından, şiirden yola çıkıp genç şairin melankoliye olan samimiyetine ve aynı zamanda onu basitleştirişine dâhil oldum. Lâle Müldür’e ithaf ettiği Melankolik Kahkaha şiirinde ise, “Yüzünde melankolik bir kahkaha”* diye tekrarlarken mısrasını, Siyavuşgil’i çağrıştıran ama onun saf neşesinden ziyade, zamanın ruhuna giydiriliş bir bedenin kahkahalarla savrulan hezeyanını (sayıklama) ve alaycı tavrını gördüm. Oysa, bir ironinin şiiri midir Nilgün Emre’ninki? Kısmen! Zira yeri geldikçe hayatın keşmekeşini ciddiye alan bir tarafı olduğu gibi vurdumduymaz bir kalemin sivri bilenmiş darbeleri de mevcut onda. Ona, bir filmin şairi desek daha makul olur. Kitabın son kısımdaki notlar bölümünü kaleme almasaydı bile, genç şairin asıl heyecanının perdeden ve perdeye yansıyan kurgusal gerçeklikten geldiği anlaşılabilirdi. Zira kitabın ilk kısmına Fragmanlar adını vermiş. Mananın tavrından uzak, ama filmin sonunu bir şekilde tahmin ettiren kısa ve öz fragmanlar… Kitabın ikinci bölümü olan Melankolya’da, bir dünya kurmuş kendine. Benliğinden, aykırılığında, acıdan bütünleşmiş bir dünya… Oranj ise üçüncü ve son bölümün adı. Manası turuncu demekmiş. Tanrı’nın dinlenişi ve şarabın demlenişini tamamlayan şiirlerini, aydınlıkçı düşüncelerin turuncu şafağında yazmış olsa gerek.
Çıplak bir mezarcının, her selada yaşadığı hazzı yakalamamızı istiyor bizden Nilgün Emre, şiirlerini okuturken. Ama aynı zamanda fark ettirmeden, kendi şiir coğrafyasında hayata doyurmayı arzuluyor. Peki harekete tabi midir onun şiiri? Bunu “sinemalar” gösterecek!
[1] Mücahit Kaçar, Örnek Metinler (İstanbul: Büyüyenay Yayınları, 2013),135.
[2] Yahya Kemal Beyatlı, Kendi Gök Kubbemiz (İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti, 2016), 69.
İnternet sitemizden en verimli şekilde faydalanabilmeniz ve kullanıcı deneyiminizi geliştirebilmek için Cookie kullanıyoruz. Cookie kullanılmasını tercih etmezseniz tarayıcınızın ayarlarından Cookie’leri silebilir ya da engelleyebilirsiniz. Gizlilik politikamızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.