1995 yılı… J.K. Rowling ilk eşinden ayrılmış ve maddi durumu epey kötüymüş. Her sabah Elephant House kahve evine bebeğiyle geliyor, Edinburgh kalesini gören pencerenin önündeki masaya oturuyormuş. Bu manzaralı masa on küsur yayınevi tarafından reddedildikten sonra kabul gören ilk romanını yazdığı yermiş. Harry Potter ve Felsefe Taşı’nı burada yazmış. Aslında Rowling’in oraya oturmasının bir nedeni de bebeği sıcak tutan kalorifer peteğine yakın olmasıymış.
Milletin fazlaca fotoğraf çektirdiği bir yer… Ayhan Sicimoğlu’nun Milano’da bir müzede gördüğü Maria Callas tablosuna bakıp sevgili dostlar işte hastası olduğum yaratık demesi gibi samimi olmayan bir şey de var burada… Hemen akabinde de müzik eğitimi gören kızının görüşleri üzerinden Callas’ın sesini eleştiriyordu.
Bu gece bir süre bulutları izledim. Belki yarım saat onlara anlam vermeye çalıştım. Sürekli başka bir şeye dönüşüyorlar. Dün izlediğim Hurda Avcıları bölümündeki şu şey… 1920’lerden kalma mağaza tabelalarında kullanılan büyük döküm harfleri satın alıp yeni mağazalar için anagram isimler üretiyorlarmış. Hayat da böyle değişiyor işte. Bir de salgın çıktı şimdi.
Dostoyevski’nin Ezilenler’de anlattığı Azorka aklıma geldi. Ali Türkdoğan’ın çevirisiyle; “hiçbir köpeğin olamayacağı kadar yaşlı görünüyordu. Baktığım zaman daha önce gördüğüm köpeklere benzemeyen hayalimsi bir şey olduğunu fark ettim. Bana köpek kılığına girmiş gizemli bir yaratık gibi geliyordu. Sanki son öğününü yirmi yıl önce yediği için iskeleti çıkmıştı… Sanki bu iki yaratık akşama kadar bir yerlerde ölü olarak yatıyor, güneş batınca gizemli bir görev için dirilip Miller’ın pastanesinde boy gösteriyorlardı.”
Niye geliyorlardı pastaneye? Isınmak için azizim, ısınmak için… Belki bugünün koşullarında paragraf şöyle başlayacaktı:
“Miller’ın pastanesine gelip sobanın yakınına oturdu yine. Köpek de sahibi gibi N95 maskesi takmıştı”.
Perşembeden beri ağır bir grip geçiriyorum. Sabah zar zor kalktım. Radyoda “Sosis kralı” lakaplı Rus iş adamı Magurov’un açık hava saunasında arbaletle öldürüldüğünden bahsediliyor. Polisiye okumayı niye azalttım? Haberlerde böyle kurgular var azizim. Görülmeyenleri görebilenlerin olduğunu hesaplamak gerek. Aklıma geçtiğimiz yıllarda atlı Alman polisinin Berlin’de ele geçirdiği radyoaktif iskambil kartları geldi. Bazılarının kaybede kaybede sezebileceği bir şey. Satrançta ancak daha iyi bir rakiple oynayarak daha iyi bir oyuncu olunabilir diyebiliriz.
Yusuf’un getirdiği Azerbaycan çayı epey idare edecek gibi görünüyor. Ondan demliyorum. Serkan Türk’ün Ausgang’ını okumaya devam ediyorum. Ausgang, ada kavramının insanın zihninde başlayıp sonlandığından, belki bir metafor, belki karakterin kendi ütopyası olmasından bahsediyor. Romanın havası da bir çeşit yalıtılmışlık inşa ediyor, olaylarını bir radyodan aktarıyor gibi. Hah… Ada, Serkan’ın çıkardığı dergiye verdiği addı. Açıkça bir bağlantı var.
Thomas More’un ütopyasındaki gibi yarımadadan bir adaya dönüşüm işi… Ama ideal devleti değil de huzurumuzu inşa etmekle ilgili. “Zamanın seni bilmediğin, korktuğun bir şeye dönüştürmesine izin verme. Karanlık, kimine göre yeryüzünün apaçık görüldüğü tek şey” diyor bize Ausgang’ın ustası. Bir roman kafa kurcalayıcı bir satranç oyunu olabilir. Belki de edebiyatın atla matla ilişkisi yok.
Halley kuyrukluyıldızının dünyaya yaklaştığı 1986 yılının Kefken’ini hatırlıyorum. Elektrik sık sık kesiliyor ve kamptaki bütün çocuklar bir arada oturuyoruz. Biri izlediği korku filmini anlatıyor. Arabası yolda kalan bir oğlan bidonla benzin almaya gidiyor, sonra olaylar gelişiyor. Elektrikler gelene kadar heyecanlı anlar yaşıyoruz. İzlemediğim bir korku filminin imgeleri hala aklımda, sanki izlemişim gibi.
Edebiyat da kalem tutan veya klavyeyle yazan, belki hala daktilo kullanan o büyücünün büyüttüğü imgeler ormanından ibaret sonuçta. Efsun sadece belli türdeki eserlerde, edebiyatın bir kısmında da değil. Russell Banks bütün kitapların merkezinde bir gizem bulunduğunu söylüyor. Zihnimizle oyun oynayan metinler sağlam metinler oluyor.
Ankara’da bir AVM’de renklerini, menüsünü, müziklerini İtalyan kültüründen alan bir İtalyan kafe-restoranı var. Ama tam olarak İtalyan diyemeyiz buna, çünkü taklitçi; bir franchising olayı var. Cafe Slavia gibi bir içeriği yok bu mekanın. Edebiyatı ve efsunu da pek yok.
Edebiyatın nasıl inşa ettiğini görmemiz gerek… Bombalanmamış bir Bağdat, işgal edilmemiş güzel şehirler, orijinal kafeler edebiyatta ve de edebiyatla mümkün oluyor. Bahsettiğimiz efsuna dair bir şey bu… Bir kaçış mı edebiyat? Evet bir kaçış ama bir meydan okuma aslında… Bundan sebep iyi edebiyatçılar yeni nesillerin, eski sefillerin, yitik yerlerin ruh boyacısı, umut aşılayıcısı olabiliyor.