Şu dokuzlular
i
Aralık ayının yirminci günüydü. Sabah yedide kalkıp çay demledi, radyoyu açtı. Her zaman dinlediği haber kanalından cızırtılı ve tuhaf bir ses geliyordu.
İnsan uzun zamandır giymediği bir kıyafeti giydiğinde aynaya iki kez bakmalıdır. O da eski deri ceketinin üzerinde nasıl durduğunu kontrol etti. Bu soğukta giyecek başka bir şey bulamamıştı. Evden çıktığında hava hâlâ karanlıktı.
Geçen hafta boyunca olduğu gibi şimdi de şiddetli yağmur yağıyordu. Yağmur damlaları teneke çatı kaplamalarına çarpıp tiz sesler çıkarıyordu. Biraz sonra aydınlanacak hava Halley kuyrukluyıldızının dünyaya yaklaştığı bu günlerde önemli bir şey doğuracak gibiydi sanki.
Ansızın basketbol sahasının ön tarafında yere paraşütüyle bir adam çakıldı. Baykallamıştı… Yanına yaklaştı, adam kaskatıydı ve çoktan ölmüştü. Kaskının kenarında Pax yazıyordu. Bu Latince barış demekti ama farklı bir anlamı olmalı diye düşündü.
ii
Salı günü yanına küçük boy bir valiz ve Don Isidro Parodi’ye Altı Bilmece adlı kitabı alarak arabasıyla Alanya’ya doğru yola çıkmıştı. Seydişehir’i hemen geçince virajlardan birine sert girince 1984 model W123’ünün kontrolünü kaybetti. Otomobil takla atmış ve bir sedir ağacına çarparak durabilmişti.
Bilinci açıktı, vücudunu kontrol etti. Cep telefonuyla 112’yi arayıp yardım istedi, sonra dışarı çıkıp birkaç metre ötedeki uçuruma baktı. Ucuz atlatmıştı.
O gece Seydişehir’de kaldı. Sabah damadını arayıp “yeni inşaatta bir tane bile ağaç kesilmeyecek” dedi. Sonra hayatını borçlu olduğunu düşündüğü sedir ağacının yanına gitti. Termostan döktüğü çayı yudumlarken ağacın zedeli yerlerine yanında getirdiği Pax marka macundan sürdü.
iii
1922 doğumlu olan Pala ayaklı bir kütüphane gibiydi. İlçenin geçmişiyle ilgili bir konu oldu mu ona danışırlardı. Geçen yıl akademisyenlere eskiden telefon olmadığından Kalecik ve Asmana Tepesi arasında bayrakla iletişim sağlandığını anlatmıştı.
Tekneyi bağladı. İlişi’de kimse ortalıkta görünmüyordu. Hava bozarken hemen kıyıdaki evine doğru hızlı adımlarla yürüdü. İlk işi ıslanmış elbiselerini değiştirmek oldu. Havluyla saçlarını kuruladı sonra çıra bulup sobayı yaktı.
O sırada telefonu çaldı. Karşıdaki ses “merhaba, Pala’yla yani Mehmet Kırık’la görüşecektim” dedi. “Buyurun benim” diye cevap verdi.
– Adım Mahir Kara… Milliyet gazetesinden arıyorum. Sizinle İkinci Dünya Savaşı sırasında Türk kıyılarında batırılan Alman denizaltıları ilgili görüşmek istiyorum. Ne zaman görüşebiliriz? Bugün müsait misiniz?
– Ben bir şey bilmiyorum… Ne öğrenmek istiyorsunuz?
Tuna nehri vasıtasıyla Karadeniz’e indirilen denizaltılar… U-19 ve U-20… Mürettebat köşeye sıkışınca denizaltıyı Türk kıyılarında batırıp karaya çıkıp Alanya üzerinden Almanya’ya geçmiş. Ve sizin bir Almanla konuştuğunuzu biliyorum.
iv
Kefken orman kampüsünde sağanak halinde yağmur yağıyordu. Sabah dokuz buçuktu. Tanzer 40 no’lu ünitenin balkonuna ulaşan eriğin salkımından dört beş tane koparıp midesine indirdi.
1986 yılının ortasında olduklarından siyah manyetolu telefonun kolunu çevirip sosyal tesisi aradı. Santral cevap vermiyordu ve bu tuhaf bir durumdu. Dışarıya çıkıp meşe ağaçlarının altından yürümeye başladı. Sekiz buçuk dakika sonra sosyal tesise ulaşmıştı. Kontrol etti ama ana kapı kilitliydi. Camdan içeriye baktı ama kimseyi göremedi. Diskonun kapısı da kapalıydı. Nihayet sahildeki insanları gördü.
Yine tuhaf bir şey sahile vurmuştu. Herkes ellerinde kahverengi şemsiyelerle uçak kanadına benzeyen bu şeyin çevresinde toplanmıştı. İki metre uzunluğunda düzgün, kıvrımlı bir parça… Mehmet bunun bir Amerikan uçağına ait olabileceğini söyledi.
Cebinden üç küçük erik çıkarıp ağzına attı. Henüz olgun olmadıkları için çekirdekleriyle yiyordu. Amerikan uçağı veya konserve kutusu… Ne fark eder diye düşündü. Onun ilgisini çeken şey kampın tabiatıydı. Burası dünya üzerinde en sevdiği yerdi. Bekçi bir koşu fotoğraf makinesini getirip cismin fotoğraflarını çekti. Sonra beraber taş parke yoldan sosyal tesise çıktılar. Kahvaltı hazırlanırken birisi televizyonu açtı. Tek kanal olan TRT’de haberler vardı. Limni Adası’nın NATO Savaş Planı’na alınmasını Türk hükümetinin protesto ettiğinden bahsediliyordu. Yağmur hâlâ sağanak halinde yağıyordu.
v
Şehir 1970’de kurulduğunda buraya yerleşmişti. Düne kadar her şey normaldi. Ya şimdi? Her şey bir anda değişmişti.
Sakal tıraşı oldu sonra aynada yüzünü kontrol etti. Takım elbisesini, ayakkabılarını giydi ve Seter cinsi köpeğini yanına alarak yürüyüşe çıktı. Etrafta hiç kimse yoktu ve hava gerçekten tuhaftı. Dokuz yıl önce bir hortum çıkmış ve arabaları etrafa savurmuştu. Ama daha önce hiç böyle bir hava görmemişti. Yine de yürümeye devam etti. Cebinden çıkardığı küçük eriklerden üç tanesini ağzına attı. Sonra nehre götüren merdivenleri indi ve koşu yolunu takip ederek her zaman oturduğu banka kadar ilerledi.
Birisi gazete bırakmıştı. Radyanska Ukrayina… İlk sayfada Gorbaçov’un Avrupa’daki orta menzilli füzelerin kaldırılmasına yönelik açıklamaları vardı. İkinci haberde Komünist partisi merkez komitesi birinci sekreteri Shcherbitsky Amerikalıların Vietnam savaşının kurbanı olarak gösterilmesinin bir saçmalık olduğunu söylüyordu.
Okumayı bırakıp gözlerini gazeteden çevirdi. Sonuçta bu dünün gazetesiydi ve birkaç kilometre ileride gece yarısını biraz geçe meydana gelen Çernobil reaktör kazasından bahsetmiyordu.
Hayatı burada geçmişti. Haber ve açıklamalar onun için önemsiz şeylerdi. Ayağa kalktı. “Pax” diye seslendi. “Hadi eve dönelim”.