Atatürk’le ilgili kolay kolay her yerde bulamayacağımız bir bilgiyi az sonra sizinle paylaşacağım. Zaten ben de; yıllar sonra Fikret Kızılok’un “ Mustafa Kemal – Devrimcinin Güncesi “ albümünden öğrenmiştim bunu. Mustafa Kemal Atatürk, Sofya’da askeri ateşe olarak bulunmaktadır. Aslında onun için bir sürgün yeri olan Sofya’da ve müzikli bir çay bahçesinde bir gün; yanındaki masaya bir Bulgar köylüsü oturur. Garson bu köylüyle ilgilenmek istemez. Bunun üzerine köylü Bulgar; Bulgaristan’ın kendisi sayesinde kalkındığını ve onun tüfeğiyle korunduğunu vurgulayarak ‘Verin pastamı, çayımı alın parasını…’der. Atatürk de köylüden yana çıkar ve şöyle yazar anılarında: << Benim köylüm de böyle olmalı…>>
Göksu Nurten’le ( Çakır ) Umay Ana’nın başına gelenler ve “ Dağın Ardı Aşkşehir “ üzerine konuşurken defalarca; her ne kadar kendisine Umay Ana’nın bir dağ köyü ebesi için fazla idealist / gerçeküstü olup olmadığını sorsam da, beri yandan aklıma yukarıda yazıp da yaşadıklarım geldi bir dönem. Yine de öyle bir roman, öyle bir roman kahramanları ve öyle bir coğrafyayla baş başa kalıyoruz ki “ Dağın Ardı Aşkşehir “de; kitabın neresinde bir roman ama neresinde masallarla iç içe olduğunu bilemiyor insan. Özellikle Umay Ana’nın Deniz’le konuşmalarında kullandığı dil ve bu dilin yıllar yıllar önce var olma ihtimali; Anadolu’nun dağlık bir bölgesinde değil de, kendimizi yıllar yıllar sonrasının bilim – kurgu ortamında hissetmemize neden oluyor. Neden olmasın? Sadece Umay Ana da değil; romanın diğer kahramanları Deniz, Ayşemin, Hasan, Hüseyin, Mustafa, Umay Ana’nın iki oğluyla torunu Umay, yazar tarafında özel anlamlarla bezenip öyle sunulmuş bize. Hepsi, bu roman kişilerinin hepsi; ilerideki zamanların birinden bugüne – hatta yıllar yıllar öncesine – gelmiş gibiydi. O kadar ki; ilk atom bombasının patlamasına daha dokuz yıl vardı.
“Dağın Ardı Aşkşehir “…Konusu ve ön plandaki karakterleriyle devrimci bir roman aslında. Deniz; Can Yücel / Can Baba’nın deyimiyle “ Bizim Deniz “. İnsanlığın, azmin ve aslında gerçekçiliğin temsilcisi Deniz. “ MareNostrum “. Evet, yazar kitap içinde ve az önce de yine vurguladığımız gibi masalcı kimliğini devreye sokup bizi bir düş / rüya âleminde zaman zaman dolaştırmaktan geri durmuyor ama tüm bunlar; sancısı fantastik, yine de bir o kadar gerçekçi bir doğumun gereği. Öyle ki kitap boyunca Umay Ana’nın tüm yaşamını bizimle paylaşanın aslında Azrail’in ta kendisi olmasına şaşırmıyoruz bile? Şahsen ben şaşırmadım! Göksu Nurten; gönlünden geçen insanlığı ve diğer olmasını istediği her şeyi annesi ve ninesi aracılığıyla karakterlerine söyletip yaşatıyor. Bir köy ebesinin de çok çok ötesinde Umay Ana ile onu bir gece yarısı evinden alıp masalsı bir ay boyunca konuk eden Deniz ve yoldaşları – öyle diyelim -, Mustafa, Umay Ana’nın oğullarıyla torunu Umay; aslında hiç de yadsınası karakterler değil. Çevremize yakın ya da uzak – şöyle dikkatlice baktığımızda, onların aslında hep bizimle olduğunu fark edeceğiz. Elbette bunu, Göksu Nurten Çakır’ın gözüyle yaptığımızda gerçekleşecek bu. Onları görmemiz için mutlaka dağ başlarında ve birkaç gün ya da birkaç saat sonra bir cenazenin kalkacağı bir evde yaşamamız gerekmeyecek. Gerçekçi olmamız ve gelmekte olan bir devrimi görme becerimiz kâfi gelecek buna. “ Dağın Ardı Aşkşehir “in yine de mutlaka okunması gerektiği inancındayım. Çünkü dağ başlarındaki mucizeleri; megakentlerde ve ancak Göksu Nurten Çakır’ın hikayeci – masalcı anlatımıyla öğrenebiliriz!