Okuduğumuz romanların kahramanları ile sıkı bağlar kurarak bazen kendimizi onların yerine koyduğumuz, bazen de kahramanın en iyi arkadaşı olarak olayların akışına kedimizi kaptırdığımız çok olmuştur. Romanın hayatla olan sıkı bağının insanı içine çeken oldukça cazibeli bir tarafı vardır. Ben üniversite yıllarında uzun zaman Mai ve Siyah’ın Ahmet Cemil’i gibi karanlık sokakları adımladığımı çok iyi hatırlıyorum. Ayağı aksayan her gencin mahzun duruşunda Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ndaki hastane koridorları gözümün önünde canlanırdı.
16 Roman 16 Kahraman
Kitapta 16 roman ve bu romanların kahramanları ele alınmış. Tuba Dere bu kahramanlara romandan hareketle ve özellikle kendi üzerinde bıraktıkları etkilerden yola çıkarak bir dostluk kurarak mektuplar yazmış.
İyi kurgulanmış bir romanın kahramanı okuyan üzerinde çok büyük tesirler bırakmaya muktedirdir. Hatta romanın okunduğu süreçten başlayıp uzun süre okuyucu ile yarenlik eden kahramanlar bile var olmuştur diyebiliriz. Bunu son yıllarda okullarda roman kahramanları merkezli yapılan etkinliklerde de açıkça görmekteyiz. Gençler okudukları ve etkilendikleri roman kahramanlarının kimliğine bürünerek bir süreliğine de olsa onların gözünden bakmışlardır hayata.
Tuba Dere, Huzur romanının Mümtaz’ı ile başlıyor kitaba. “Kadim Dostum Mümtaz’ım;” hitabı ile bizi Mümtaz’ın ve Huzur’un dünyasına davet ediyor. Kahramanın kimliğiyle birlikte hem romanın hem de yazarın kapısında alıyoruz soluğu.
“Tanpınar’la tanışıklığım lise çağlarıma rastlar; Antalyalı Genç Kız’a yazdıklarını üzerime alınacak yaşlardaydım…”
“Nuran’ı taparcasına seviyor oluşun, onu ulvi bir kadın değil ama seni hususi ve derin bir adam yaptı bizim gözümüzde.”
“Sana bakarken yüzün Hamdi Bey’in yüzü oluyor birden. İlk aşkım, ilk göz ağrım sen misin, o mu bilmiyorum. Bunları sana mı yazdım, ona mı bilmediğim gibi. Bildiğim tek hakikat, yazarının aradığı ölümsüzlüğe senin kavuşmuş olduğundur.
Baki selam ve muhabbetle canım Mümtaz’ım, canım Tanpınar.”
Bu örnekleri verme sebebim, Tuba Dere’nin mektuplarının nasıl bir ruh hali ve samimiyet içerisinde kaleme alındığının görülmesi içindi. Mektup türünün ruhunu incitmeden ve hakkını vererek sesleniyor kahramanlarına Dere. Romandan kopmadan, yazarıyla da sıkı bir iletişime girerek sesleniyor kahramanına.
Kitapta yer alan romanları ve kahramanlarını da sıralamak istiyorum.
Ahmet Hamdi Tanpınar- Huzur- Mümtaz
Orhan Pamuk- Kafamda Bir Tuhaflık – Mevlut
Murat Gülsoy – Gölgeler ve Hayaller Şehrinde – Fuat
Ercan Kesal – Nasipse Adayız – Kemal Güner
Hasan Ali Toptaş – Heba – Ziya
Rasim Özdenören – Gül Yetiştiren Adam – Dede
Ayfer Tunç – Dünya Ağrısı – Mürşit
Mustafa Kutlu – Kapıları Açmak – Zehra
Saygın Ersin – Pir-i Lezzet – Aşçıbaşı
Faruk Duman – Köpekler İçin Gece Müziği – Avcıatmaca
Nazan Bekiroğlu – Mücellâ –Mücellâ
Ali Ayçil – Sur Kenti Hikayeleri – Mahinur
Latife Tekin – Unutma Bahçesi – Tebessüm
Ahmet Ümit – Patasana – Patasana
Sema Kaygusuz – Barbarın Kahkahası – Simin
Nihan Kaya – Kırgınlık – Şenlik Bacı
Kahramana Yol Arkadaşı Olmak
Tuba Dere öylesine içten bir üslup kullanıyor ki mektuplarında sanki o da romanın bir kahramanı gibi olayların bir köşesinden varlığını hissettiriyor. Bir bakıyorum Aşçıbaşı ile saray mutfağında yeni lezzetlerin ardına düşmüş, bir bakıyoruz Mücella’nın yanında pencerenin bir köşesindeki yerini almış hayallere dalıyor. Mürşit’in acılarına ortak oluyor, Tebessüm ile bir bahçenin tam ortasında rengârenk oluyor.
Tuba Dere okuduğu romanların kahramanlarıyla aslında bizleri daha da yakından tanıştırmak istiyor. Çünkü kendisi onlarla dost olmuş, sohbet ediyor, sırlar paylaşıyor. Okuduğunu hissetmenin ve kendinden bir parça olarak görmenin yansıması olarak kabul edebiliriz bu mektupları.
Kahramanıma Mektuplar’la tanışanların bundan sonra okudukları romanlardaki kahramanlara farklı bir gözle bakacakları muhakkak. Onları sadece bir roman kahramanı değil bir dost olarak görüp gündelik hayatlarına taşıyacakları da doğal sonuçlar arasında sayılabilir. Çünkü Tuba Dere, bizlere bu izlenimi sıcak anlatımı ile sunuyor.
“Sen Dokumacı Arif’in tatlı kızı Zehra, ilkokuldan sonra okuyamamıştın. Baban felç olunca evi çekip çevirmek işi annene kaldı, ona yardım etmek de sana düşmüştü. Abin Ahmet oldum olası huysuz, işe yaramaz bir adamdı. Gözü hep yükseklerde, milletin malında, mülkünde…”
“Ben esasen yazarınla tanışmak istiyordum. Uzunca bir zaman internetten Gümüşlük Akademisi Vakfı’ndaki çalışmaları takip ettim. Birkaçına gitmeye niyetlendim, olmadı. Kısmet, Unutma Bahçesi’neymiş. Meğer buraya gelecek, seninle tanışacakmışım yazarından evvel. Böyle olması esasen farklı bir tehlikeyi de içinde barındırıyor. Yazarınla seni ayrıştıramıyorum. Senin sesini onun sesi sanıyorum, onun yüzünü senin yüzün. Gümüşlük Akademisi, Unutma Bahçesi’ne benziyor sanki, orada da benzer ilişkiler ve sıkıntılar yaşanıyor. Şimdilik bu farz ediş hoşuma gidiyor. Benim gibi tutkulu okurların sorunudur, gerçekle kurguyu ayırt edememek…”
Bu mektupların bir yazarı var. Elbette bir de okuyucusu olacak. Kahramanların bunlardan haberi olmayacağı muhakkak. Ama şu bir gerçek ki her mektubun kahramandan öte bilinmez bir mekânda yeni muhatapları da olacak.
“Mektupların tümünün çıktısını aldı. Büyük bir zarf seçti raftan. ‘Kahramanlarını dost bildiğim ve cümlelerini ödünç aldığım tüm yazarlara şükranla!’ yazdı zarfın üzerine. Posta kutusuna bıraktı. Herhangi bir cevap beklemiyordu aslında, kim kimseden.”