Gözde Kurt’u yakın zamanda Ölü Çiçekler Müzesi adlı öykü kitabı ile tanıdım. Postiga Yayınları’ndan çıkan bu kitap 2011 yılında Yaşar Nabi Nayır Ödülleri’nde dikkate değer eserler arasında yer almıştı. Bu kitabında özellikle insanların ruh hâllerine değindiğini görünce diğer kitabını da okumak istedim. Köprüde Durup Beni Öpmesini Bekleyeceğim Hep Kitap’tan çıkan romanı. Öykülerinin ardından hemen bu kitabı okudum. Gözde Kurt’un dilinde “sanrı”nın yerinin bir başka olduğu fark ediliyor iki eserini de okuyunca. Zaten öykülerinden birinin de adı “Sanrı” ve Mehmet Güreli’nin bu öyküyle ilgili yaptığı yorum oldukça dikkate değer. Bunların üzerine, geçtiğimiz günlerde yazarın yeni kitabının çıktığını gördüğümde çok heyecanlandım. Alakarga Yayınları’ndan çıkan Böyle Şeyler Hep Gece Olur da yine bir roman.
Cihan, ünlü bir komedyen imiş. Eskiden. Şimdilerde ise o ününü kaybetmiş, “düşmüş” biri. Yükselişte olduğu zamanların birinde, bir gösterisi esnasında o çıkar karşısına: Şebnem. Her şey yok olur gözünde. Bir sele kapılmış gibi Şebnem’in peşinde geçer zaman. Onunla olmak, onu mutlu etmek Cihan’ın tek amacı hâline gelir. Öyle ki hayatta başka her şeyi elinin tersiyle itecek kadar. Şebnem ise her an gitmeye meyyal, onu sevdiği bile şüpheli. Hatta bu sebeple insan ‘Şebnem diye biri var mı acaba gerçekten?’ diye de düşünmeden edemiyor okurken. Çünkü bir gündüz düşü gibi her şey, var mı yok mu belirsiz. Bir gün aralarında bir konuşma geçer Şebnem’le. İsmine çok benzediğini söyler ona Cihan; gece gibi, esmer, uzun. Şebnem ise isminin “gecenin nemi” anlamına geldiğini söyler azarlarcasına. Ama şeb, gece demektir. Bundan böyle Cihan ona “Şeb” der. Sonrası giden kişinin ardından kendini bulma hâli. Şeb’in gideceği o kadar aşikârdır ki zaten gitmese şaşırtıcı olurdu. Herkesle iletişimini keser sonrasında. Peki insanlardan ve dünyadan kaçarken nelerle, kimlerle karşılaşacaktır Cihan? Kimseyle iletişime geçmemeye kararlıdır ve Gümüşsuyu’ndaki eski ahşap bir binanın son katını kiralayarak kendini dünyadan soyutlayacağını zanneder. Kitap bölümlere bu şekilde ayrılmamış olsa da romanın ikinci bölümü diyebileceğimiz şiir ve “Gün” dolu kısım böylece başlar. Cihan’ın gece ve gündüz arasında kalışı tam da bu bölümlerde etkileyici şekilde anlatılır. Bu noktada isim sembolizasyonundan bahsetmek yerinde olacak. Cihan yani “dünya”; Şeb yani “gece” ve Gün arasında nasıl bir yerdedir? Geceyle gündüzden birini seçebilir mi dünya? Bu nasıl mümkün değilse Cihan’ın da kendi iradesiyle birini seçmesi bir türlü mümkün olmaz. Geceyi kaybettiği anda gündüzle karşılaşmış olması şaşırtıcı değildir bu yüzden. “Ona, ‘En çok gündüzü mü seversin, geceyi mi?’ diye sordum. Bilirdim ki bu biri hakkında çok şey söylerdi. ‘Günle geceyi ayrı düşünmek neden?’ dedi. Sorumun cevabı bu değildi. Fakat bu, benim gibi, gecesi gününe dolaşmış birine söylenebilecek en doğru şeydi.”(s.108) Ayrıca Cihan’ın soyadı Güzaf. Bu da tesadüf değil çünkü adı “dünya” olan birinin soyadını “boş,beyhude” anlamına gelen Güzaf olması belli ki yazarın bize bir oyunu.
Bu roman, Cihan’ın dünyayla uyumsuzluğu ve varoluşsal olarak bir arayış içinde oluşu aracılığıyla bana Albert Camus’nün Yabancı‘sını hatırlattı. Bu romanda Meursault’un hayatla ilgili karar gerektiren mevzularda devamlı “Bence bir.” cevabı verdiğine şahit oluruz. Bu cümle “Fark etmez.” ya da “Olur.” demekten varoluşsal açıdan daha sıkıntılı bir yere oturtur onu. Böyle Şeyler Hep Gece Olur’da da Cihan hep belli aralıklarla “Ne fark eder?” diyor. Bu cümlenin bendeki karşılığı “Bence bir.” oldu romanı okurken. “Kendim, neyden sakınıyordum, bilinmez. Muhtemelen apartmanın merdivenleri, nevresimleri haftalardır yıkanmamış olan yatağımdan daha temizdi. Hem öyle olmasaydı bile, ne fark ederdi? Tekrar tekrar soruyordum kendime: ‘Ne fark eder?!'”(s.55)
Gözde Kurt’un eserlerinde benzer temalar ve bazı ortak özellikler olduğunu düşünüyorum. Örneğin, Ölü Çiçekler Müzesi‘ndeki öykülerde genellikle psikolojik açıdan sıkıntıları olan bireyler söz konusuyken Köprüde Durup Beni Öpmesini Bekleyeceğim adlı romanında da benzer sıkıntılardan muzdarip bir karakter var. Aynı romanda kendini arayan bir kadın tutunmaya çalıştığı şeylerin peşinden adeta savruluyorken elimdeki yeni romanında da bu sefer Cihan’ı görüyoruz bu koşullarda. Elbette ki ana konu olarak benzerlikleri yok eserlerin ancak bazı karakterler, yine de birbirlerine selam çakıyor gibi. Dikkatimi çeken bir başka nokta da karakterlerin ailelerinden soyutlanmış hâlleri. Köprüde Durup Beni Öpmesini Bekleyeceğim’deki isimsiz karakter ailesinden âzâde gibiydi. Cihan ‘ın da ergenlik yıllarından bahsettiği birkaç kısım dışında ailesinin bahsi geçmiyor. Örneğin Cihan, numarasını sadece Şeb’in bildiği bir hat kullanıyor. Onun dışında herhangi bir şekilde başkalarıyla iletişim kurduğunu görmüyoruz. Başka bir yolla da olsa ailesiyle etkileşiminden hiç bahsedilmiyor. Cihan koca dünyada tek başına bir ağaç gibi. Sadece durup bekliyor. Şeb’in ona geri döneceği günü. Tıpkı “dünya” gibi tek başına. Cihan bütün dertlerden muaf olarak varoluş, mutluluk ve umut üzerine düşünmekle mükellefmiş gibi. Bunun aşk üzerinden işlenmesi yer yer melankolik bir hava yaratsa da Cihan aslında aşk acısından çok dünya üzerinde var olmanın getirdiği yükü taşımaktan dolayı acı çekiyor. Nitekim şöyle diyor bize: “En ideal hâliyle bile bu dünya, insanoğlunun uyum sağlamayı başardığı bir işkence aletiydi. İnsanın yapmayı sevdiği şeyler, var oluşun verdiği doğal acıyı duyumsamamak için tasarlanmış kaçış yollarıydı ve neyi yapmayı sevdiğimizi bilmek/seçmek bu yüzden önemliydi.”(s.18) Belki de bu yüzden Cihan, komedyen olmadığını düşünse de -çünkü o tek kişilik tiyatro oyunları yazdığını söylüyordu- komedyen olarak nitelendirilmişti. O baştan yanlış anlaşılmıştı.
Kitabın kapak resmi de Mehmet Güreli’ye ait. Romanın içeriğiyle de uyumlu bu resim oldukça dikkat çekici. Ayrıca bununla birlikte romanın içinde, Mehmet Güreli’nin söylediği şarkıya da bir selam duruluyor: “Şu yıldızlı gökler, ne zaman… Başladı dönmeye? Kimse Bilmez, Kimse Bilmez…”(s.97) Romanda o esnadaki konuşmadan da hareketle belki de “evren” denilen şey birinin, hiç kimse tarafından bilinmeyen acısıdır. (s.98) Kim bilir? Gece’nin gün’le harmanlandığı bir roman bu. Okuyanların da tanık olacağı bu durum belki onlara da “Böyle şeyler hep gece olur.” dedirtir.
İnternet sitemizden en verimli şekilde faydalanabilmeniz ve kullanıcı deneyiminizi geliştirebilmek için Cookie kullanıyoruz. Cookie kullanılmasını tercih etmezseniz tarayıcınızın ayarlarından Cookie’leri silebilir ya da engelleyebilirsiniz. Gizlilik politikamızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.