Bahçemize bitişik balkona gölge veren iki tane çınar ağacı vardı. Küçükken yalnız kalmak istediğimde dallarına tırmanır, gözlerden uzak kafamı dinlerdim. Huzur veren bu iki ağacın gölgesinde geçerdi hayatımız. Mutfağa açılan pencerenin içerisinde ise transistörlü kırmızı pilli bir radyo durdurdu. Radyo gün boyunca tüm mahalleyi dolaşır, Deniz kıyısında, kara kumun üzerinde güneşlenen yaşlı genç mahallenin sakinlerine eşlik eder, akşam yine çınar ağacına komşu olan yerine geri getirilirdi.
Dünyaya açılan penceremizdi kırmızı radyo. Haber Ajansları öncesinde dünya müziklerinden örnekler çalınırdı. En çok Doktor Jivago’nun müziğini hatırlıyorum. Çocukluğumda ısrarla gittiğim filminde sadece müziğini, kırlardaki çiçekleri ve ambulans içinde taşınan Doktor Jivago’nun bakışlarını hatırlıyorum. Bir de Orhan Boran ve Yuki’yi hiç unutmuyorum. Eski pikaplarda 33 ve 45 devir ayarları vardı. 33’lük long play’i 45 devirde çaldığınızda müzik ve ses hızlanır komik bir hâl alırdı. Yuki’nin Orhan Boran’ın 45 devirlik hâli olduğunu yıllar sonra anlamıştım.
On üç Ajansı okunurken çıt çıkmaz, bütün mahalle dikkat kesilirdi. Kuşlar susar, Deniz sakinleşir, yapraklar bile düşmek için ajansın bitmesini beklerdi. Babam kendi elleriyle yaptığı kahvesini alır, çınara en yakın noktadaki korkuluklara yaslanır, elinden hiç eksik olmayan sigarasını keyifle içine çekerdi. Kahvesini hep tombul çay bardaklarında içerdi. Amcamın bardağı ise daha büyüktü. O da kahvesini kendisi yapardı. Babamın sakinliğine karşılık amcam heyecanlı bir insandı. Futbol maçlarını dinlerken kendinden geçer, bir süre sonra heyecan onu o kadar bunaltırdı ki maç bitene kadar radyodan uzaklaşır mahallenin sokaklarında basılmadık kaldırım taşı bırakmazdı. Ajansı ayakta dinler, radyonun üstüne doğru eğilir, konuşmaya kalkışanı hemen fark ederdi. Televizyon çıkınca da bu alışkanlığı devam etti. Öyle bir “DURRR” diye bağırırdı ki kelimeler adeta korkar büzüşürdü, açık ağzınızda henüz tamamlanmamış bir sözcükle baka kalırdınız. Eve yeni biri geldiğinde Amcamın “DURRR” sesini duyacağı zamanı heyecanla bekler ve o şaşkınlık halini düşünerek için için gülerdik.
O gün yine balkondaki yerlerimize geçip on üç ajansını beklemeye başladık. Ajansı dinlerken hep babamın yüzüne bakar, ifadelerinden anlamlar çıkarmaya çalışırdım. Nisan ayını Mayıs’a taşıyan karışık günledi. İnsanların kafaları da karışıktı. Kimin vatan haini kimin vatansever olduğuna karar verilemiyordu. Yakalanalar, büyükleri rahatlatmıştı. Olayların biteceğini ve ülkeye huzur geleceğini düşünüyorlardı! Bunun için de kimse darağacının kurulacağına pek ihtimal vermiyordu!
Yerimden kalktım ve evin sol yanından Deniz’e giden yolda
yavaş yavaş yürüdüm. Akasyalar çiçeklerini yeni açıyordu. Kumda büyüyen ağaçların altından geçerek Deniz kenarına ulaştığımda paçalarımı sıyırdım ve Başlı Kayaya ulaşmak için ayaklarımı suya soktum.
İnsana iyice alışmış küçük kaya balıkları arasından yürüyerek kayaya tırmandım. Çıplak ayaklarımın acısına aldırmadan taşların üzerinde ilerledim ve Başlı Kayanın üzerine oturdum. Yüzümü Deniz’e çevirdim. Derin bir nefes aldım. Deniz’in yosun kokan mavisi ciğerimi yakıyordu.
Küçüktüm ağladım.
Küçüktüm anladım.
Küçüktüm hiç unutmadım.
Yetmiş iki yılı baharında Altı Mayıs sabahında “Bir Deniz Hikâyesi” / 2019 Trabzon / Ali Namık
Bu hikayede kemdimi buldum, cocuklugumu. O dönemi, yetmisli yillarin ilk dönemi cok iyi tasvir edilmis bir cocuk gözuylen, animsandigi kadariylan… Hele o radyoya olan baglilik, vaz gecilmezlik ve daragaci gercekligiyle cöken karanligin biraktigi izler… Insani, bireylerin ruh hallerini anlatan öykulerin devaminin olmasi dileklerimle, tesekkur ediyorum.