Nobel Ödüllü Portekizli yazar Jose Saramago‘nun Körlük isimli kitabını beş yıl önce okumuştum. Yazma isteğiyle yanıp tutuştuğum günlerdi. Daha önce okuduklarımdan farklı kitaplar okumam gerekiyordu kendi sesimi yakalayabilmem için. Kitabı bitirince düşündürdüklerini not etmiş bir yerlere kaldırmıştım. Dosyalarımı karıştırırken karşıma çıktı yıllar sonra. Aldığım notların ışığında kitap hakkında tekrar yazmaya karar verdim. Bu aynı zamanda benim ilk kitap inceleme yazım.
Hikâye, kırmızı ışıkta beklerken aniden kör olan bir adamın çaresizliğiyle başlıyor, kör olan adamın arabasına sözde ona yardım için binen hırsızın, onları tedavi eden doktorun ve onlara temas edenlerin -Küçük çocuk, bir gözünde bant olan adam, gözleri enfeksiyon kaptığı için güneş gözlüğü takan fahişe, taksici, polis, hırsız, sekreter … ¬- kör olmasıyla hayal gücünün ötesinde bir yere taşınıyor. Bu körlük bildiğimiz körlükten çok farklı. Hastalığa yakalananların dünyası karanlık değil, parlak beyaz. “Bir süt denizinde yüzüyormuş gibi “ sözleriyle tanımlıyor hastalar bunu. “Gören körler mi, gördüğü halde göremeyen körler mi?“ sözleriyle de farklı bir körlük resmi çiziliyor.
Devlet, hastalığı araştırmak yerine hapishaneden farksız eski bir akıl hastanesine kapatıyor insanları. Evlerinden apar topar götürülen hastalar, binanın kapısından içeri itilip kendi başlarına bırakılıyor. İlk giden grubun içinde kör olan kocasını yalnız bırakmak istemeyen doktorun karısı da var. İlginç bir şekilde hastalık ona bulaşmıyor. Fedakârlığı için ödüllendirilmiş biri midir yoksa okuru körlüğe alıştırmak için mi seçilmiştir bilemiyorum. Başlarda doktordan başka kimse bilmiyor onun gördüğünü
Zorunlu olarak bir araya gelen insanlar tıpkı büyük toplumlar gibi aralarında lider seçerek düzen kurmaya çalışırken yeni yeni insanlar katılıyor aralarına. Yemek, içmek gibi ihtiyaçları devletçe karşılandığı sürece gruplar halinde nispeten uyumlu yaşarken, kumanyaların düzensiz gelmeye başlaması ve bir kişinin askerlerce öldürülmesinin ardından anarşi ve çeteleşme başlıyor. Bu noktadan sonra, kaos ortamındaki insan davranışlarını, kimsenin görmeyeceğini bilsek nasıl davranacağımızı, erdem olarak nitelendirilen davranışların neye ve kime göre doğru olduğunu, açlık ve ölüm yüzünden yapılan kötülüklerin meşru görülüp görülmeyeceğini, daha da ileri gidip dünyayı sorgulatıyor kitap. -Dünyayı gördüğümüz kadar anlamlandırıyoruz aslında. Daha fazlasını görebilseydik evren tanımımız değişirdi muhtemelen.- İnsan aklı kendi yarattığı canavarlara teslim olacak kadar ileri gidebiliyor diyor, yazar. İyiliğin, kötülüğün, vicdanın, aklın, seçme özgürlüğünün sınırlarını zorluyor.
İlk kör olan grup doktorun karısıyla birlikte hareket eder sonuna kadar. Doktorun evine yerleşirler. Evde olmak kuralları ve eskiye ait şeyleri düşünmelerini sağlar. Sırayla ilk kör olandan başlamak üzere görmeye başlarlar. Bu aydınlanma hali dünyaya ait umutların bitmediğinin işareti olabilir.
Kitap pek çok yönden evrensel özellikler taşıyor. Örneğin kahramanlar dahil kişiler bir topluma ait isimlerle değil, unvan ve sıfatlarıyla varlar. –Doktor, doktorun karısı, kör adam, küçük çocuk… – Olayın geçtiği ülkeyi ve zamanı bilmiyoruz. Burada yaşananlar insanlık tarihi boyunca belirli dönemlerde yaşanmış salgınlara, bizzat gücü elinde tutanlar tarafından ötekileştirilen insan topluluklarına yaşatılan insanlık dışı uygulamalara, bir göndermedir belki.
Gayet başarılı bir inceleme olmuş, kitap bir hayli ilgimi çekti, teşekkürler.