Güneşi görünce gözlüğümü takıp bahçeye çıktım. Şeftali, erik, ayva ağaçları çiçeğe durmuş. Yapraksız dallar üzerinde pembe beyaz parlayan çiçekler arıların istilasında. Kaz Dağları’nın doruklarında beyaz birer yamalık gibi kar görünüyor. İlkbaharın coşkusu çoktan kuşların diline düşmüş. Karşıdaki zeytinlikten çıkan duman giderek genişleyen bir bulut gibi göğe yükseliyor. Budanan zeytin dallarını yakıyor birileri.
Çekilmiş panjurları, boyası dökülmüş duvarlarıyla yalnızlık, terk edilmişlik kokan villaların arasından geçip sahile indim. Poyraz kâh önümde kâh arkamda yürüyerek beni takip etti yol boyu. Komşu sitenin köpeği Poyraz, Hayriye teyzeyle gelirdi genelde ama bugün yalnız takılıyor benim gibi. Hayriye teyze duymamıştır geldiğimi yoksa ya bir tabak sarma, ya birkaç parça börek alır damlardı sabahın köründe. Eskiden annemle balkonda saatlerce oturur sohbet ederlerdi. Artık kapıdan uzatıp gidiyor pişirdiklerini, ama “Annen torun hasretiyle öldü bari ben göreyim, hadi evlen,” demeyi ihmal etmiyor.
Deniz yaz sabahlarındaki gibi durgun, içinde ne varsa sahile kusmuş, rahatlamış. Kurumuş yosun yığınlarını geçtim, dalgaların yıkadığı kayalardan birine oturdum, henüz ısınmamış ama idare eder. Çocukken kumsalı daha geniş diye fenere giderdik. Kayaları geçmek bahanesine babamın omzuna çıkar bir daha inmezdim oraya kadar. Tam burada çekilmiş bir fotoğrafımız var albümde. Hayriye teyze yurt dışından getirdiği polaroid makineyle çekmişti. Düğmeye basınca alttan renkli fotoğraf çıkıyordu.
Kimi şehirdeki oğluna, kimi kızına sığınmış, havaların ısınmasını bekleyen ak saçlılar bugün yarın damlar. Soluk benizli gençlerin gelmesine daha çok var. Gençler çok sevmez aslında buraları. Bir yılda artırdıklarını bir haftada ellerinden alacak, lüks otelleri, barları diskoları olan yerlere gider çoğu. Beni buraya bağlayan anılarım mı yoksa yalnızlıktan beslenen ruhum mu bilmiyorum. Nicedir denizde kaybolan balıkçıyı anlatan bir öykü dolanıyor aklımda. Bir türlü klavyenin başına oturup ilk cümleyi yazamıyorum. Limana doğru uzaklaşan balıkçı teknesini izlerken sihirli sözcükler uçuşmaya başladı zihnimde. Hemen gidip yazıya dökmeliyim. Yoksa hepsi kaybolup gidecek.
Ben ayaklanınca Poyraz da patilerinin üzerinde hareketlendi. Dilini sarkıttı, gözlerini gözlerime dikip garip sesler çıkarmaya başladı. Karnı acıkmış olmalı. Başını okşadım, “Hadi gel,” dedim, “makarna var yersen. Yaz mevsiminde olsak beğenmezdin, ama idare et, az kaldı bacalardan ızgara kokusu yükselmesine.”
Poyraz yolu uzatmaya karar vermişe benziyor kayalardan uzağa koşmaya başladı. “Seni mi, kırayım, hem biraz yürümüş olurum,” dedim. Ahşap döşemeleri sökülmüş, paslı demirleri kalmış iskeleyi, kapalı büfeyi geçtik. Fenere kadar yürüdükten sonra sahilden ayrılıp geri döndük.
Kapıları kilitli, camları beyaz kâğıtlarla perdelenmiş marketin girişinde 1 Haziran’da açılacağı yazıyor. Ekmek almak için o kadar bekleyemem. Yolun ortasındaki su birikintisini dolaşıp karşı kaldırıma geçtim. Kaldırımda duran, pembe saten kaplı yorgan, bir yastık ve birkaç parça örtü, dikkatimi çekti. Birileri alsın diye çöpün yanına konulmuş muhtemelen. Poyraz yorganı koklayarak garip sesler çıkarmaya başladı yine. Balıkçıyla yorgan arasında bir bağ hayal ettim onu beklerken. Balıkçıdan umudu kesen ev sahibi ona ait eşyaları çöpe atıp yeni kiracı alır evine. Günlerdir sahibinin dönmesini bekleyen köpek eşyaları görünce kendi dilinde ağıtlar yakarak ağlar. Köpeğin adı Poyraz mı olsa, yok Tayfa daha iyi. Balıkçı köpeği o. Güzel bir öykü olacak. Şöyle hatırı sayılır bir dergiye yollamalı bitince. Kitaptan önce adım duyulur hiç değilse.
“Balıkçı ve köpeği” kişiler hazır, denizde bir şeyler yaşatmalıyım adama, köpek balıkları ya da fırtına. Poyraz baya özlem gideriyor eşyalarla. İçime dokundu. Balıkçının hikâyesi bekleyebilir. Bambaşka bir öykü çıkarabilirim buradan. Bir resmin hikâyesini yazarak başlamadım mı yazmaya. Al işte kanlı canlı bir tablo karşımdaki. Poyrazın gözünden yazsam kotaramam. Ben diliyle anlatmalı.
“Hadi oğlum, makarna ziyafetini kaçırmak istemiyorsan düş peşime,” dedim. Poyraz hiç oralı değil. Birazdan salya sümük ağlarsa şaşmam. Komşu sitenin bekçisi bahçe makasıyla gülleri buduyor. Selam verdim, işini bırakıp bahçe duvarına yaklaştı. Tokalaşıp hal hatır ettikten sonra, “Dünya ne kadar boş görüyor musun,” dedi. Dünyanın boş olduğunu biliyorum az çok ama bekçiyle bunun felsefesini yapacağımı düşünmemiştim daha önce. “Öyle,” dedim kestirmeden.
“Çocuğun var mı yanında olacak.”
“Neyse ki öyle bir sorunum yok henüz.”
“ Bak şimdi nasıl geldi!”
Kim geldi acaba, bilmem gerekiyorsa niçin bilmiyorum.
“Neden bahsettiğini anlamadım,” dedim.
Bize yaklaşmakta olan kızı göstererek, “Geliyor sonra konuşuruz,” dedi.
Kız, kısacık kestirdiği sarı saçları, bilezik büyüklüğünde küpeleri, siyah deri montu ve daracık siyah pantolonuyla burada görmeye alıştıklarımdan farklı bir tip.
“Bildiğiniz iyi bir emlakçi var mı acaba,” diye sordu bekçiye bakarak.
“Vah vah Hayriye ablanın kemikleri sızlayacak,” dedi bekçi. Nasırlı parmaklarını ovuşturarak sürdürdü konuşmasını. “Rahmetli size vermem için avukatının adresini ve telefon numarasını vermişti önce onunla görüşün isterseniz.”
“Tamam,” dedi kız kırık bir aksanla, “ bakalım daha ne sürprizler bekliyor beni. Bir taksi çağırmanız mümkün mü?”
Gözlerim doldu, sözcükler boğazımda düğümlendi. Ama hayat kaldığı yerden, geride kalanlarla devam ediyor her zaman.“Başınız sağ olsun,” dedim bekçiden önce, “merkeze inecektim, isterseniz sizi götürebilirim.”
Bekçi, “İyi olur zaten taksi hemen gelmiyor,” diye atıldı.
Kız yarı memnun bir ifadeyle beş dakikaya hazır olacağını söyleyip eve doğru hareketlendi.
“Hayriye teyzenin hiç evlenmediğini sanıyordum,” dedim bekçiden bir açıklama duymayı umarak.
“Bana da öldüğü gece söyledi,” dedi. “Adam Alman’mış. Boşanırlarken kız babasını tercih etmiş.”
“Hayriye teyze de bağrına taş basıp buraya yerleşmiş demek.”
“ İyi insandı, hiç hak etmiyordu yalnız ölmeyi.”
“Çok acı.”
“Öyle, şu adresi getireyim bari.”
Poyraz’a baktım sırtını güneşe vermiş yatıyor, Hayriye teyzenin kızından daha vefalı olduğu ortada, kurmaca hayatın ta kendisi aslında. Bekçi adresi getirdikten hemen sonra, kız omzuna astığı çantayı önünde tutarak geldi. Birlikte arabaya kadar yürüdük. Bendeki üzüntü büyük bir merak duygusuna bıraktı yerini. Arabaya bindik. Kız bekçinin verdiği notu bana uzattı, adının Aliye olduğunu ama daha çok Alicia’yı tercih ettiğini söyledi. Onun tercihlerini sorgulamak haddim değil. “Memnun oldum Alicia, ben Semih,”dedim.
Alicia yol boyu camdan dışarı bakarak kendini iletişime tamamen kapattı. İnsanın ona canından can vermiş annesini istememesi çok garip, hem de komşu çocuklarını bile bağrına basacak kadar sevgi dolu bir anneyi. Yalnız hakkını teslim etmek lazım, çok ketummuş Hayriye teyze, vasiyet yazacak kadar da tedbirli.
Hükümet binasının karşısında bir esnafa adresi sordum, iki sokak aşağısını tarif etti. Üç katlı binanın en üst camında yazıyordu avukatın adı. Arabayı sokağın sonunda bulduğum ilk boşluğa park ettim. Alicia vites kolunun önüne bıraktığım notu alıp arabadan indi. Binanın kapısına varınca geri baktı. Zile basıp beklemeye başladı. Kısa bir tereddütten sonra arabayı kilitleyip onun yanına gittim. Varlığımdan rahatsız olmuşa benzemiyor. Otomatiğin sesi duyulunca içeri girdik. O önde ben iki basamak geride kıvrılarak yükselen merdiveni çıktık. Büro görevlisi kapıda karşıladı bizi. Oturmamız için yer gösterip, meramımızı sordu. Alicia hiç de kibar olmayan bir tavırla, muhatabının Avukat Bey olduğunu söyledi. Görevli kadın kapı aralığından omzu görünen adamı işaret ederek , “Böyle buyurun o halde,” dedi. Ardından tezgâhta fokurdayan demlikten tepsiye dizdiği bardaklara çay doldurdu. Önce bana ikram etmesinden memnunum.
Çayımı yudumlarken, balıkçının hikâyesini, çöpteki eşyaları, Poyraz’ı düşünüyordum. Hışımla dışarı çıkan Alicia’nın sesiyle irkildim, “Evi torunlarına bırakmış, daha evli bile değilim.”
Çok beğendim, devamını bekliyorum…
Gayet güzel bir öykü, kalemine sağlık👏👏
Hikayeyi beğendim. Sürükleyici. Tabi devamını da merak ediyor insan