“Edebiyatın gücüne, sözün ve yazının büyüsüne inanan biri olarak bir ereği, bir düşü olan romanlar yazıyorum. Sadece söz cambazlığı yapmak veya popüler olmak değil isteğim. Bir derdi, bir muradı, bir acısı ya da iz bırakmış bir anısı olmalı kelimelerimin.”
Necla Akdeniz ile son romanı Tereddüt Çizgisi ekseninde edebiyat yolculuğu, doğa ve insan ilişkisinin edebiyata yansıması ve Queer kavramı üzerine söyleştik
Hatice Günday Şahman: Romanınıza geçmeden önce edebiyat yolculuğunuzu sormak isterim. Nasıl başladı ve nerelere doğru evrildi? Romanın ana kahramanı Rüya yazmaya dair “Elime kalem almaya devam ettikçe, hayatı olduğu gibi değil, olmasını istediğim gibi değiştirebileceğimi keşfettim…Bir çeşit büyü!” diyor. Peki siz yazıyla kurduğunuz bağı nasıl tarif ediyorsunuz?
Necla Akdeniz: Kendimi bildim bileli yazmak isteyen biri olarak edebiyat dünyasına geç giriş yaptım maalesef! Önceleri pek üzülüyordum. Fakat ilk romanım Gök Kuşaksız hakkında bir eleştirmen: “Bu roman ancak belirli olgunluğa erişmiş bir yazar tarafından yazılabilirdi,” deyince dertlenmekten vazgeçtim. Tereddüt Çizgisi’nin kahramanı Rüya’nın dediği gibi, yazmak benim için de bir çeşit büyü! Mistik bir yolculuk âdeta, bir esrime hali. Yazarken her şeyi unutuyorum. Kendimi, çevremi, zamanı, içine doğduğum dünyayı… Bambaşka boyutlara geçiyorum. Belki de paralel evrenlerde yaşayan yazar Necla’lardan biri oluyorum. Kendimi uzun sürmüş uykudan uyanmış ve asıl yapmam gerekeni hatırlamış olarak görüyorum. Tek muradım, sözcüklerin büyülü dünyasında kaybolmak, sonra bulunmak ve tekrar kaybolmak.
Necla Akdeniz: Avcı toplayıcılıktan yerleşik düzene geçtiğimiz andan itibaren ağaçları kesip bitkileri ıslah ettik, topraklara sınırlar çizip kendimize mal ettik. Böylece özel mülkiyeti yarattık ve çekirdek ailemizle kendimizi, diğer canlılardık ayırdık. Hayvanları evcilleştirdik, kadınları eve kapattık ve yüzyıllardır süregelen patriyarkal düzeni yarattık. Tarihsel olarak inşa ettiğimiz toplumsal ve cinsel kimlikleri oluşturup sürekli ben ve öteki kavramıyla yaşar hale geldik. Doğa/kültür, insan/hayvan, kadın/erkek, beyaz/siyah, yerli/yabancı, doğulu/batılı ikilikleri yaratarak uzaklaştık doğadan. Ayak basmadığımız toprak, kurutmadığımız su, kirletmediğimiz hava, öldürmediğimiz canlı bırakmadık. Süratle zehirledik kendimizi ve çevremizi. Geldiğimiz şu noktada yaptıklarımızın sonuçlarını yaşıyoruz. Gerçi doğa intikam almaz ama son tahlilde bizzat neden olduğumuz felaketler yaşıyoruz. Ekolojik felaketler. Seller, depremler, yangınlar… Romanlarımda, insanların kendi elleriyle hazırladığı bu açmazların izlerini sürmeye çalışıyorum.
Hatice Günday Şahman: Tereddüt Çizgisi ismi düşündürücü, TTB’nin sitesinde: “Orijin intiharsa genellikle kişi günlük hayatta kullandığı dominant eli ile aleti tutar, genelde aynanın karşısında aleti bir kaç kez boynuna sürter, bu sırada canı acıdığı için elini kaldırır, böyle bir kaç darbeden sonra son darbeyi tek ve derin olarak yapar. Kesi sağ elle yapılıyorsa sol kulak arkasından başlayarak soldan sağa ve yukarıdan aşağıya doğru ilerler. Yaranın üzerinde yapılan ilk darbeler ile yüzeysel kesikler oluşur. Bunlara tereddüt çizgileri denir.” şeklinde açıklanan Tereddüt Çizgisi’ni romanınıza isim olarak seçme nedeniniz nedir? Romanı hangi bağlamda kuşatıyor bu kavram?
Necla Akdeniz: Tereddüt Çizgisi adını ilk duyduğum anda vuruldum. Bu isimle bir roman yazmalıyım dedim ve o heyecanla bilgisayarın karşısına geçtim. Konu ve karakterler, yazarken oluştu. Söylediğiniz gibi boyun ya da bilek kesme suretiyle hayatını kaybeden insanların, ölüm nedenlerini araştıran adli tıp terimi tereddüt çizgisi. Eğer kesik tek çizgi halindeyse cinayet, kısalı uzunlu tereddüt çizgilerinden oluşuyorsa intihar olduğuna karar veriliyor. Ne ilginç değil mi? İnsanlar, intihar ederken dahi hayata tutunmaya çalışıyorlar!
Hatice Günday Şahman: Aile, insan ilişkileri, doğanın yok edilişi, bireysel ve toplumsal ikiyüzlülük, yalnızlık, cinsel istismar, ötekileştirme ve öteleme gibi farklı konuların zincirleme ve katmanlı olarak romanda ustalıkla işlendiği kitabın yazılış süreciyle ilgili bilgi alabilir miyiz? Yazma düşüncesi nasıl doğdu ve süreç nasıl geçti? Okura bu konuda geçirmeye çalıştığınız düşünce ve duygu neydi?
Necla Akdeniz: Dediğim gibi romanı yazmaya ismiyle başladım. Karakterler ve olay örgüsü, yaza yaza oluştu. Zaten her metne ya ismiyle ya bir olayla ya da bir karakterle başlarım. Sonra gece gündüz onlarla yatar, onlarla kalkarım. Çoğu zaman romanı karakterler yazdırır. Tereddüt Çizgisi’nde de öyle oldu. Tüm metni, Rüya yazdırdı diyebilirim.
Necla Akdeniz: Elbette her yazar, önce kendinden başlar. Sonra adım adım uzaklaşır benliğinden ve tamamen karakterin ruhuna bürünür. Roman boyunca Rüya oldum. Onun gibi hissettim, onunla birlikte acı çektim. Rüya’nın deneyimlediği ne varsa bire bir yaşadım. Çok sancılı geçti süreç. Uykusuz geceler, dur durak demeden yazmalar… Roman bittiğinde, Rüya’dan ayrılacağım için nasıl üzüldüm bilseniz! Benden çıkmıştı artık metin, okuyucunun olmuştu.
Hatice Günday Şahman: Roman “Düşlerimiz” başlığıyla selamlıyor okuru. Zaten ana karakterin ismi de Rüya. Yoğun olarak kullanılan Düşbaz, düş avcısı, düş denizleri, rüya ağları, düşgüder kuş, düşartığı gibi eseri kuşatıcı metaforlar sizin için ne ifade ediyor? Düş kavramını odağınıza almanızın nedeni nedir?
Necla Akdeniz: Çünkü Rüya, kendinden başka her canlıyı katleden insanların arasında yaşamayı reddediyor ve büyük bir çabayla yarattığı düşler âleminde yaşamayı tercih ediyor. Onun seçimi düşbaz olmak. Şöyle diyor romanın bir bölümünde: “Mademki orta ikiden terk o çocuklardan olamamıştım, mademki bu dünyaya sıkışıp kalmıştım… Herkesle ve her şeyle ilişkimi kesmeye başladım. Ancak gözlerimi kapattığımda gerçek dünyam çıkıyordu karşıma.” Ne kadın ne erkek olarak hisseder kendini Rüya. İnsanlardan çok hayvanlara yakındır. Fakat hiçbir türe ait olmak istemez. Bir melezdir daha çok; tarihsel olarak inşa edilmiş insan(lık)la diğer canlılar (bitkiler, hayvanlar, mikroorganizmalar, inorganik varlıklar) arasındaki keskin sınırları reddeden. Kültüre değil, doğaya doğmuş bir yerleşik yabancıdır o.
Hatice Günday Şahman: Roman kahraman Rüya’nın birinci tekil anlatıcılığı ile ilerliyor. Ancak arada Rüya’nın Acı Gerçekler adını verdiği günlüklerde Birazdan Çalacak Zil, Uzun Yürüyüş, Sayıklamalar, Yalnızlık-lar, Beni Hatırla, Tebliğ ve Kutlu Doğa Kitabı’dan oluşan bölümleri de anlatıma dâhil etmişsiniz. Neden bu ikili anlatım yöntemi tercih ettiniz?
Necla Akdeniz: Tereddüt Çizgisi tek karakter üzerinden ilerliyor. Roman kahramanı Rüya’nın bir gününü anlatıyor roman. Onu yakından tanıyabilmek, duygularını aktarabilmek için çocukluktan itibaren yazdığı günlüklere başvurmayı tercih ettim. Böylece çok katmanlı, farklı anlatımlı, düşsel, imgesel ve metaforik bir roman oldu Tereddüt Çizgisi.
Hatice Günday Şahman: “Siz insanlar, sonsuz uzayın boşluğunda ve zamanın belleğinde küçük birer anı bile değilsiniz. İşte bu sebepten, Doğa’nın acı şarkısını son kez duymakla cezalandırıldınız. Yanmış şehirlerinizin, yıkılmış binalarınızın, korunaklı sandığınız evlerinizin arasında son kez duyacaksınız onun sesini. …Kulakları sağır eden hiddetli bir gök gürültüsü olarak dinleyeceksiniz… Ne yapacağınızı bilemez halde sağa sola saldırmaya başlayacaksınız. Sizinle birlikte, öve öve bitiremediğiniz o değersiz tarihiniz, beyhude kültürünüz de teker teker yıkılıp yok olacak.” diye yazmışsınız Tebliğ bölümünde. Bir meydan okuma ya da bir uyarı olarak mı düşünmeliyiz bu yazılanları?
Necla Akdeniz: Kesinlikle böyle düşünmeliyiz. İçine doğduğumuz ve ayrılmaz parçası olduğumuz Doğa’yı ve onunla birlikte var olabilen tüm canlıları tarumar ettiğimiz yetmiyormuş gibi dünyanın efendisi ilan ettik kendimizi. Gezegen için büyük bir tehlike arz ediyor artık insanlık. Tam da bu sebepten Rüya, “İnsan olmaktan utanan varlıkların ortak tebliği”ni kaleme alıyor. Posthümanist bir manifesto olarak da okuyabiliriz metni. Şöyle sesleniyor insanlığa: Ey insanlar, bir kez olsun duyun beni. Ben ki hikâye edenlerin dünyasında yaşamayı reddedenlerdenim. Bilinçsizce eyleyip eğlenip sevişip insanlaşmayanlardan. Otun, böceğin, kurdun, kuşun, taşın, toprağın hakkını vererek onlara boyun eğenlerdenim.”
Hatice Günday Şahman: İnsan olmayı reddeden, sağlam gövdeli bir ağaç olmayı isteyen Rüya’nın “…Oysa bir dişi gibi hissetmiyordum kendimi, eril gibi de. Ne bir cinse aittim ne bir türe. Tüm isteğim, tüm çabam ham bir varoluş haliydi…” cümlesinden ve Korkut Akın’ın kitabınızla ilgili yazdığı yazıda (https://siyasihaber9.org/unuttugumuz-icin-yasiyoruz) “Kadın ve/veya erkek diye ayırmaksızın okudum romanın kahramanını; belki kadındı, ama en az benim kadar bendi; belki erkekti, sahiden de en az benim kadar bendi yine. Cinsiyeti önemli mi sizce? Sahi, cinsiyet mi belirleyici gündelik yaşamda veya gelecek yaşamınızda?” ifadelerinden yola çıkarak sözü Queer kavramına ve Queer edebiyata getirmek istiyorum. Neler söylemek istersiniz bu konuda?
Necla Akdeniz: Diğer romanlarım Gök Kuşaksız ve Kaotika’da olduğu gibi alışılagelen toplumsal kimlikler ve cinsiyetler içinde yer almayan karakterlerin öykülerini yazıyorum. Hikâye edilmeye değer bulunmayanların, görülmek, bilinmek, tanınmak istenmeyenlerin, kıyıda köşede kalanların, yersiz yurtsuzların, ötekilerin, queerlerin hayatlarını aktarıyorum. Queer sözcüğü, edebiyat dünyamız için yeni bir kavram. Oysa queer hareket, tıpkı posthümanistler gibi, alışılagelen cinsiyet kalıplarını sorunsallaştıran çok önemli akımlardan. Sınırları belli, kişiye ait olan, şeyleşmiş bir beden algısını kırıp yerine bambaşka bir beden algısını getirenlerden. Judith Butler, 2011 yılında Ankara’da gerçekleştirilen Homofobi Karşıtı Buluşma’da queer durumu şöyle tanımlar: “Beden kendisi dışında, ötekiler dünyasında, kendisinin kontrolünde olmayan bir mekân ve zamandadır ve yalnızca bu ilişkilerin vektörü içinde var olmaz, aynı zamanda kendisi de bir vektördür. Bu anlamda beden kendisine ait değildir ve asla olamaz. (…) Ben, kendini tanıyamadığı yerde, kendi sınırlarına karşı çıkmalıdır. İşte o zaman burada queer bir durum olur ya da ben öyle umuyorum.”
Hatice Günday Şahman: Rüya karakterinin doğayla, denizle, yaşanılan mekânla, mahalleyle ve hayvanlarla kurduğu bağ çok güçlü. Bu bağ aynı zamanda yazar Necla Akdeniz için de bu denli güçlü mü? “Hiç kuşkusuz sesten çok daha değerli olan: Sessizliktir. Ses gibi içinde her türden ve ölçüden sayısız bileşen barındıran bir karışım değildir o; saftır, sadedir, hamdır… Tıpkı mantığın üç ilkesi gibi kendine eşdeğer, değiş tokuş edilemez ve kesinlikle çürütülemez bir hal…” gibi felsefi tespitlere rastlıyoruz metinde. Aldığınız felsefe eğitimini ve edebiyatı nasıl bir araya getiriyorsunuz?
Necla Akdeniz: Çünkü edebiyatın gücüne, sözün ve yazının büyüsüne inanan biri olarak bir ereği, bir düşü olan romanlar yazıyorum. Sadece söz cambazlığı yapmak veya popüler olmak değil isteğim. Bir derdi, bir muradı, bir acısı ya da iz bırakmış bir anısı olmalı kelimelerimin. Kafka’nın deyişiyle, insanı ısıran romanlar yazmak istiyorum. Yazdıklarımı okuyan tek kişinin bile kalbine değebilirsem ne mutlu bana.
Aldığım felsefe eğitiminin metinlerime katkısı oldu elbette. Ancak salt felsefeyle değil bilimle, tarihle, psikolojiyle de ilgileniyorum. Bu konularla ilgili sürekli okuyorum. Kendi çağının sorunlarına yabancılaşmış, bilimden, felsefeden, tarihten uzaklaşmış bir yazar nasıl döneminin sesi olabilir? Yazdıkları nasıl gelecek nesillere kalabilir?
Hatice Günday Şahman: Rüya karakterinin okumaları üzerinden farklı kitaplara, yazarlara göndermeler yapmışsınız. Bu okumalardan birinde Clarissa P. Estes’in Kurtlarla Koşan Kadınlar’ı ile tanışınca, içindeki doğal vahşiyi, yabanıl cadıyı ortaya çıkardığını söylüyor Rüya. Bu bağlamda ve “Edebiyat Cadıları“ adıyla sürdürdüğünüz yazı dizisini de düşünerek “Cadı” kavramı ile ilgili neler söylemek istersiniz?
Hatice Günday Şahman: Özgeçmişinizde şehri terk edip yollara düştüğünüz bilgisi var. Şehirden, karmaşadan uzakta ve yolda olmak hali çalışmalarınıza nasıl bir katkı sağlıyor?
Necla Akdeniz: İşi gücü bırakıp yazmaya karar verdiğimde ilk eylemim sırf çantasıyla yollara düşmek oldu. Sonra ıssız bir kıyı kasabası buldum ve yerleşik düzene geçip yazmaya başladım. Yıllar içinde yaşadığım yer de çılgın kalabalıktan payını aldı ve koca bir şantiyeye dönüştü. Yine de şanslı sayılırım. Çalışma odam, asırlık bir meşe ağacının olduğu bahçeye açılıyor. Sabahları, ağaca tüneyen kuş sesleri eşliğinde yazmaya başlıyor ve geceleyin yıldızlar ışıklarını dökene dek devam ediyorum.
Hatice Günday Şahman: Daha önce roman türünde eserler vermenizin yanı sıra, Kaos GL Derneği tarafından düzenlenen 17. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda “Kabul Günü” öykünüz Jüri Özel Ödülü’nü aldı. İlerleyen süreçte romanla mı yoksa öyküyle mi devam etmeyi düşünüyorsunuz?
Necla Akdeniz: Öncelikle sizi tebrik etmek istiyorum Hatice Günday Şahman. Söz konusu yarışmada “Düğüm” adlı öykünüzle birincilik ödülü aldınız. Biliyorsunuz edebiyat dünyası, kıymeti kendinden menkul kanonlaşmış örgütlerle dolu. Bizler gibi sonradan camiaya girmiş veya kanonlara dâhil olmak istemeyen yazarların eserlerinden söz etmeleri, imkânsıza yakın bir olay. Ne kelli felli tanıdığımız var ne de hamili kart yakınımdır içeren tavsiye mektubumuz. Her ikisi de olmayınca salt yazdıklarımızla ayakta kalmaya çalışıyoruz. Elbette diğerlerine yeğlenir bir durum bu. Kaos Gl, yıllardır takip ettiğim önemli derneklerden biridir. Öykü yarışması düzenlediklerini duyunca ilk işim –malum sebeplerle- jüri listesine bakmak oldu. Her zamanki isimlerden oluşmadığını, üstelik içinde çok sevdiğim öykücüler olduğunu görünce, tamamdır, dedim ve o şevkle “Kabul Günü”nü kaleme aldım. Yazdığım ilk öyküdür aynı zamanda. Jüri Özel Ödülü’nü aldığımı duyunca çok sevindim. Demek bazı yarışmalara gönderiler metinler okunuyormuş dedim! Demek her zaman kazananlar önceden belirlenmiyormuş! Yazmaya ve okumaya âşık biri olarak yazın hayatıma hem roman hem de öyküyle devam etmek istiyorum. İlerde şiir de dâhil olabilir bu sürece. Kim bilir ve öyle umulur!