Kapı zili. Uzun bir uykunun ne derinlikte olduğu ancak uyandıktan sonraki kalp çarpıntısı ile belli olabilecek bir evresinde yatakta gözlerimi panikle açıyorum. Bir rüya görüyordum ve tam ortasındaydım. Deniz kenarında bir at sürüsü olduğunu hatırlıyorum o kısacık anda. Yataktan kalp çarpıntısıyla ve istemeye istemeye çıkarken. Demek ki güzel bir rüyaydı bu. Deniz ve at varsa bir rüya nasıl kötü olabilir ki?
Üstüme aceleyle mavi polar sabahlığımı geçirirken geceliğimin önünde sarı lekeler fark ediyorum o kısacık anda. Dün gece sabaha karşı bir vakit uyanıp bir daha da uzun süre uykuya geri dönemeyince mutfaktaki kalın tülü açıp on ikinci kattan görünen ve o saat için hiç de normal olamayacak kadar fazla pencere ışığına bakarken yediğim portakallardan üstüme sıçrayan damlacıklar olmalı bunlar. Evet, gecenin sabaha ne kadar yakın olduğunu bilmediğim ve artık zamanın geçişini önemsemediğim için saate de bakmadığım bir vaktinde mutfağın perdesini sonuna kadar açıp benim gibi uyuyamayan insanların yaktığı ışıklara bakarak iki tane portakal yedim ve o ışıklı camların her birinin ardında yaşanan hayatları hayal etmeye çalıştım. Bu saatte yanan her bir ışık için bir öykü uydurmaya kalksam gücüm yeter mi, diye düşündüm. Belleğimde o kadar güç var mı? Beni kendi deneyimlerimden başka hayatlara dokunmaya götürecek kaç değişik yol bulabilirim?
Ayaklarımı sürüye sürüye gidip kapıyı açıyorum. Karşımda birkaç aydır haftada en az iki kere bana kargo teslimi yapan PTT kuryesi. Beni öyle yarı uykulu, saç baş dağınık, pejmürde bir halde görünce, iyi misiniz, diye soruyor. Adımı öğrendi artık. Bana çeşitli internet sitelerinden yaptığım alışverişleri taşıyan bu adam, paketlerin üstünden, imza attığım teslim belgelerinden adımı öğrenerek bir kargo kuryesi olmanın bir tık daha üstüne geçti bir süredir. Kapıda üç beş laf eder, birbirimizin halini hatırını sorar olduk.
İyiyim, diyorum. Sıkıntıdan uyuyup duruyorum. Yapacak başka bir şey bulmak çok zor.
Bu kez yatak odam için ucuz bulup aldığım ikinci el bir Milas halısı rulosuyla, yaşlı, yatalak ve kanser olan anneme bakan Türkmen kadının iki kız torunu için aldığım ikinci el çocuk kıyafetlerinden oluşan bir torbayı hemen kapının dışına bırakıyor. Ben içeri sokmak için kucaklamaya yeltenince de, bırakın bir süre orada kalsın, diyor. Biz öyle talimat aldık. Paketleri kapının dışına koyup alıcılardan da bir süre dokunmamalarını istiyoruz. Artık imza bile attırmıyoruz bakın. Elindeki tükenmez kalemi gösteriyor böyle söylerken. Yazmayan, tutuk bir kalemi var diye geçen hafta benim verdiğim kalem bu.
Birbirimizden uzak durmaya çalışıyoruz. Üç gün önce geldiğinde ellerinde steril eldivenleri olduğunu hatırlayarak ellerine baktığımı fark ediyor. Eldiven de çözüm olmadı, diyor, havasız kalınca ellerince kabarcıklar oluşmuş.
Arkamda duran portmantonun üstünden kolonya şişesini alıp ikram ediyorum. Bu onu çok sevindiriyor ve bizi biraz daha yakınlaşmak zorunda bırakıyor.
Büyük risk altındayız vallahi, diyor. Bari çalışma saatlerimizi kısaltsalar.
Öyle, diyorum, hepimizden daha çok risk altındasınız.
Kargocu gittikten sonra bir süre kapı eşiğinde duran çocuk giysileri dolu naylon poşetle, üzerindeki turuncu kılıfla duvara dayalı halı rulosuna bakıyorum. Onları içeri alsam mı? Kapıda bırakıp üzerinde olması muhtemel mikropların eceliyle ölmesini mi beklesem? Ya da paketleri açıp yere sereceğim halının ve bütün o giysilerin üstüne dezenfektan sıktıktan sonra evin bir parçası haline mi getirsem. Onlarla benim aramda şimdilik bir kapı eşiği var ve o eşik aramızdaki güvenlik sınırını oluşturuyor. İyi. Bir süre daha orada durabilirler. En azından bir kahve içip biraz kendime geldikten sonra bu sıkıcı dezenfektasyon işlemiyle uğraşmak daha katlanılır olabilir.
Saat daha dokuz buçuk. Gece portakal yerken dışarıyı izlemek için açtığım cam çıplak kalmış. Dışarıda sabaha uyanan bir dünya. Kımıltısız. Oysa bu saatte çoktan karşıdaki okulun bahçesinde ilk ders arası zili çalmış ve öğrenciler bahçede toplaşmış olurdu. Ya da günün erken saatinde güzel havaya heveslenerek golf oynamaya gelmiş birkaç oyuncu görülebilirdi aşağıdaki mini golf sahasında. Yine de, dışarıda kimse olmasa bile dünyaya bu kadar yüksekten bakmak insanı bir ölçüde yalıtılmışlık hissinden kurtarıyor.
Üç yıl öncesine kadar sitenin kör noktasına baktığı için önünden kimsenin geçmediği bir bahçe katında, sokağa çıkmadığım sürece sadece bahçedeki kedileri görebileceğim bir dairede yaklaşık on yıl geçirdim. Loştu, çoğu günler gündüz bile salonda ışığı açmadan oturmak mümkün olmuyordu. Ama ben hayatımın çalkantılı bir evresini bitirip kendimi böyle bir sığınağa attığım için memnundum. İnsanlardan uzak durmak, iç hesaplaşmalarla baş başa kalabilmek, okumak ve yazmak bana ilaç gibi gelmişti o zamanlar.
Sonra bir eylül sabahı uyandığımda burada yeterince zaman geçirdiğime ve dünyaya biraz da yüksekten bakmaya ihtiyacım olduğuna karar verdim. Hemen otuz beş katlı bir binanın on dördüncü katında bir daire buldum. Bir hafta içinde de apar topar taşındım. Etrafı boş, otuz beş katlı bir bina. Evimin penceresinden adalara kadar görünen bir manzara. Önceleri iyi geldi bu bana. Her katta sekiz daireden iki yüz seksen farklı hayat. Neredeyse bir mahalle dolusu insan üst üste dizilmiş yaşıyorduk. Kimse kimseyi tanımadan. Ama bina akıllıydı. Komisyoncu öyle demişti ve ben bunun ne anlama geldiğini çok da anlamamıştım. Sonra yaşadıkça hangi asansörün sizin bulunduğunuz kata çıktığını öğrenmek, otoparkın hangi katının hangi çıkış kapısından çıkarsanız arabanıza ulaşacağınızı akılda tutmak, salonun duvarındaki ortam sıcaklığını gösteren panelin nasıl çalıştığını ezberlemek epey bir deneme yanılmadan sonra mümkün olabildi.
Heyhat, bunca teknolojik cambazlığı akıl eden müteahhit bir banyo kapısının hangi yöne açılması gerektiğini, kapı kolunun kolay kolay çıkmaması gerektiğini hesaplayamamıştı. Bir gün evde yalnızken duş almak üzere banyoya girdim. İnsan neden evde yalnızken bile banyoya girerken kapıyı örter ki? Bilmiyorum. Kapıyı örttüm ve kapının kolu elimde kaldı. İçeride kilitli kalmıştım.
Bir süre öylece hiçbir şey düşünemeden elimdeki kapı koluyla durdum. Üzerine ışık tutulmuş ve hiçbir yere hareket edemeyen bir tavşan gibiydim. Cep telefonum elbette yanımda değildi. Yalnız yaşıyordum. Babasıyla birlikte yaşayan ve haftanın iki günü bende kalan kızım daha yeni gitmişti ve beni arayıp da telefonum cevap vermeyince merak edecek kimse kolay kolay çıkmayacaktı. Çünkü telefonuna yapışık yaşayan biri değildim ve telefona bazen bilerek cevap vermediğimi pek çok kişi bilirdi. Zaten bir süre sonra şarj bitecek ve “aradığınız kişiye ulaşılamıyor” olacaktım. Birinin artık cidden endişelenerek bir çilingir eşliğinde kapıya dayanması kaç gün sürerdi? Ben o kadar süre bu dört metrekare banyoda sağ kalabilecek miydim?
Üşüdüğümü neden sonra fark edip üstüme bornozumu geçirdim, sırtımı duvara yaslayarak yere oturdum. Banyonun herhangi bir penceresi yoktu. Ne bağırıp sesimi duyurabileceğim bir pencere, ne de kapıyı yumruklasam duyabilecek bir komşu. Sakin olmaya, aklımı toplamaya çalıştım. Buradan çıkamadan kaç gün yaşayabilirim? Banyodayım ve su var, bu iyi. Ama yemek yemeden kaç gün yaşar bir insan? Yenilebilir şeyler var mı içeride? Sabunlar, şampuanlar, kremler, temizlik malzemeleri, diş macunu. İnsan açlıktan delirdiğinde bunları yer mi, yerse ölür mü? Aklımdan buna benzer sayısız soru deli bir akış hızıyla geçmeye başladı. Nefesim daralıyordu ve sürekli olarak kendime sakin olmam gerektiğini telkin ediyordum. Kalkıp kapıyı zorlamayı denedim. Ama o kadar sağlam ve yerine oturmuş ki değil omuzlayarak kırmak, yerinden oynatmak bile mümkün değil. Oysa bu kapının elimde kalan kolu ters bir şekilde monte edilmiş olsaydı kapının üstünde kalan yarısı şu anda bana bakan tarafta olacaktı. Hayat bazen bu kadar küçük bir ayrıntıya bağlı olarak sürüyor işte. Ve bir mahalleyi dolduracak kadar insanla aynı binada yaşayıp kimseye sesinin duyuramadan bir köpek yalnızlığıyla ölmek tam da akıllı binaya uygun bir son. Hay sizin medeniyetinize sıçayım.
Sadece birilerinin beni merak ederek bulmasını umarak ama mümkün olduğunca o anda orada mahsur kaldığımı düşünmemeye çalışarak. İhtiyaç duyulduğunda bir paralel evren her zaman vardır. İnsan en çok çaresizlik anlarında yaratır bunu. Kendimi daha önce gittiğim güzel yerlerde düşündüm. Geçirdiğim tatillerde, hayran olduğum ve bir daha görmek istediğim o cennetten kopmuş yeryüzü parçalarında. Sonunda elimdeki kapı kolunu daha önce de sayısız kere denememe rağmen denk getirmeyi beceremediğim dışarıda kalan diğer yarısıyla denk getirmeyi başardım. Sadece şanstı. Hatta mucizenin ta kendisiydi. Ve dışarı çıktım. Deli bir ağlama krizine tutuldum. Ve dokuz aylık bir gökdelen deneyiminden sonra apar topar o evden şimdi yaşadığım eve taşındım.