Bir süredir Platonov’un karakterlerinden biri gibiydim. Uzun, çok uzun uyumak, mümkünse hep uyumak istiyordum. Her uyandığımda yaşayacak ve açlığımızı gidermeye çalışacağımız saatler bitmeyecek gibi görünüyordu. Çünkü bitmek bilmez bir koşturmacanın içinde giderek büyüyen bir tüketim çılgınlığı bizi doyurmuyordu. Hiçbir şeyin farkına varmadan, farkına varma günleri yaratarak yaşar olmuştuk. Anneler günü, sevgililer günü, kız çocuklar günü, sağlık çalışanları günü, kadın günü, öykü günü, tiyatro günü vs. Yılın neredeyse her günü artık bir şeyin günü haline gelmişti, o şeyi hatırlamak için bir vesile.
Şimdi ise düşünecek bol bol zamanımız var. Film izlemek, evdeki el değmeyi bekleyen köşelere dokunmak, belki lazım olur diye bir köşede unutulmuş eşyaları gözden geçirmek, okuyamadığımız kitapları okumak, izleyemediğimiz filmleri izlemek, tatmadığımız yemekleri pişirmek, dinlemediğimiz türden müzikleri dinlemek, eskileri hatırlamak, ilişkilerimizi gözden geçirmek, gereksiz her şey gibi bize yük olanları bu tecrit bahanesiyle hayatımızdan çıkarmak, evin içinde hiç yapmadığımız şeyleri yapmak, uzun süredir sesini duymadığımız insanları mesaj göndermek yerine arayıp sesini duymak gibi. Bizim bu dünyadaki varlığımızın en büyük sınırı ve en azılı düşmanı olan zamandan daha çok bir şey yok elimizde. Hiç olmadığı kadar.
Tünelin ucunda bir ışık, bundan sonrasının nasıl olacağına, bu durumun ne zaman sonlanacağına dair herhangi bir umut yok. Sadece bekliyoruz ve televizyon ekranlarından, internet sitelerinden sürekli yayınlanan ölü sayılarını izliyoruz. Her biri bir rakam olarak görünen bu insanlar artık yok. Biz de o rakamlara dahil olup olmayacağımızı bilmiyoruz. Sen kaçıncısın, ben kaçıncı olacağım? İki yüz kırk altı mı? On bin altı yüz yetmiş mi?
Kek sevmem. O nedenle yıllardır kek yapmışlığım yok. Ama şimdi arada bir bütün yaratıcılığımı kullanarak değişik kekler yapıp oturduğum sitenin güvenlik kulübesine götürebilirim. İki metrekare büyüklüğünde polikarbon bir kulübede en az sekiz saat oturup önündeki güvenlik kamerası ekranlarına bakan birine kek götürseniz mutlu olur. Bundan hiç şüpheniz olmasın.
Üstelik birazını anneme de ayırabilirim. Annem kek sever. Annemin bu dünyadaki günlerinin sayılı olduğunu öğrendiğimde onunla kalan zamanımı çok daha fazla görüşerek geçireceğimi düşünmüştüm. Babamı çok genç yaşımda, yirmilerin başında çok ani bir şekilde kaybettim. Onun ölümüyle ilgili içimi en çok sızlatan şey, onu yeterince tanıyamadığımı düşünmemdir. Ani ve vakitsiz ölümlerin arkada bıraktıklarına yaşattığı biricik duygu bu galiba: Bir eksiklik, bir yaşanmamışlık hissi. Bu yüzden annemin kanseri belli olduğunda doktora açık bir şekilde beklenen yaşam süresini söylemesini rica ettim. Yumuşak doku kanseri acımasız bir kanser türüymüş. Fazla zamanınız yok, dedi. Birinin öleceğini bilerek yüzüne bakmak, ona iyi olduğunu söylemek ne kadar acı olsa da iyi bir yanı da var. Kalan zamanınızı güzel ve beraber geçirmeye çalışmak. Şimdi bu virüsün elimden aldığı en önemli şey bu: annemle kalan zamanım. Artık evine sık sık gidemiyor, gittiğimde de sadece yattığı odanın kapısına çektiğim sandalyeye oturarak konuşabiliyorum.
Bir de insanın bir yakınının kaybını karşılayışı yirmili yaşlarıyla bu yaşlarında farklı oluyor. Babamın ölümü benim için babamın kaybıydı. Hayatım boyunca eksikliğini duyacağım ve sadece yirmi yıl birlikte olduğum baba figürü aniden yok olup gitmişti. Annemi kaybediyor oluşumda ise farklı bir şey var. Artık hayatın ikinci evresinde olmamın, annemle aramda sadece yirmi üç yıl olmasının, kendim o hasta ve muhtaç hale düşünce etrafımda kimlerin olacağını (ya da olamayacağını) düşünmenin endişesi. Yani insan hayatın sonuna doğru yaklaştıkça yakınlarının ölümünden kendine de bir pay çıkarıyor, ölümün soğuk nefesini ensesinde hissediyor galiba. Şimdi kaç yakınımı, arkadaşımı, tanıdığımı bu virüs yüzünden kaybedeceğimi bilmiyorum. Ama sonuçta birilerinin gideceğini biliyorum. Bunu düşünmek , bu belirsizlik hali insanı kahrediyor.
Dışarıda çok kuvvetli bir ezan sesi. Aslında ezan değil dua bu. Birkaç gündür bütün camilerde başımıza gelen bu felaketin bir an önce son bulması için akşamın bu saatlerinde dualar okunuyor. Oysa profesörlük makamına yükselmiş bir tıp doktoru televizyonda bu virüsün insanlığın temizlenmesi ve besin kaynaklarının yetmesi için Allah’ın yarattığını söyleyebiliyor. Dediğine bakılırsa daha önce gönderdiği Çiçek hastalığı virüsünü aşıyla durdurmakla Allah’a karşı geldik, O da yenisini gönderdi. Bu mantığa göre şimdi okunan bütün bu dualar yaratıcıya karşı gelmek olmuyor mu?
Ağustos ayının beşinci günü çok sevdiğim bir üniversite arkadaşımın cenazesine yetişebilmek için Bodrum’dan İstanbul’a dönmüş ve ancak hava alanından bir taksiye binerek Zincirlikuyu’daki törene yetişebilmiştim. Üstümde Bodrum’dan tatilden dönen birinin giyebileceği cinsten bir elbise vardı. Giyecek siyah bir şey bulamamış, inadına bavulumdaki en sade ve en beyaz elbiseyi seçmiştim. Sahi neden cenaze törenlerinde siyah giyeriz? Neden ölen kişiyi en güzel, en sevdiğimiz giysilerimizle uğurlamayız?
O gün caminin avlusunda siyahların içinde beyaz bir çiçek gibi açtığımda kimler yoktu ki? Bir kısmı sinema, edebiyat ve basın dünyasından tanıdıklar. Çok uzun yıllardır görmediğim üniversite arkadaşları. Kucaklaşmalar, sarılmalar, karşılıklı geçilen yaşam özetleri, bunca yıl nasıl geçti’nin buruk bir hesabı.
O bile öldü bak! Hayat aslında ne kadar kısa ve acımasız. Birbirimizi daha sık arayıp soralım, birbirimizin daha çok kıymetini bilelim. Bu sözler sayısız kere avluda dönüp durdu o gün. Oysa herkes biliyordu, bir ölümün geçici yakınlaşmasıydı bu yaşanan; dünyada gelip geçici olduğumuzu kısa bir hatırlama hali. Biraz sonra dua okunacak, arkadaşımız boş bir mezara konularak üstü kapatılacak ve biz koşarak bizi bekleyen hayatlarımıza dönecektik, fani olmayı unutarak, unutmak isteyerek.
Arkadaşımızın içinde yattığına bir türlü inanamadığım tabutunu omuzlayıp götürdüler. Biz birkaç kişi mezarın başına gitmek istemedik. Geride bomboş bir avlu kaldı. Bir süre öylece oturdum. Düşündüm. Sonra kalktım, mezarlığın kapısına giden uzun yolu yürüdüm. Yanımda üniversitede aynı yurtta aynı odada kaldığım bir arkadaşım. Yıllar bizi ayırmış. Şimdi çok farklı dünyalarımız var. En çok çocuklardan bahsediliyor böyle zamanlarda. Çocuklarımızın neler yaptığı, hangi okullara gittiğini anlatmak kurtarıcı oluyor. Ya da geçmişten tanıdığımız insanları soruyoruz. Filancadan haberin var mı? Falanca yurtdışına yerleşmiş, diye duydum vs. Anlaşılan arkadaşım benden daha sosyal biri. Pek çok tanıdıktan, artık ismini bile zor hatırladıklarımdan haber verdi. Hava aşırı derecede sıcaktı. Yavaş adımlarla yürüdüğümüz halde zorlanıyorduk. Bir ara sağ tarafımızdaki duvara oturup mola verdik. Baktım alnında sakin bir ter. Çıkarıp cep telefonunun kamerasında kendisine baktı. Az önce cami avlusunda da bir ara aynısını yapmıştı. Eskiden de böyle olduğunu hatırladım. Her yansıyan yüzeyde kendi suretini görmeye çalışırdı. Bunu ya varlığından ya da güzelliğinden şüpheye düştüğü için yaptığını düşünürdüm. Üstelik o zamanlar gençliğin, tazeliğin verdiği bir güzelliği zalimce harcadığımız yaşlardaydık.
Mezarlığın kapısında vedalaştık. Yorgun olduğum halde eve dönmek istemedim. Bir taksiye atlayıp Taksim’e gittim. İstiklal Caddesi’nde yürüdüm. Çoğu Arap olan insan kalabalığının içinde erimek istedim. Saçma sapan şeyler yaptım. Hiç süremediğim halde birkaç renk oje aldım örneğin. Tünel’den Karaköy’e indim. Vapur iskelesinin karşısında iki bira içtim. Ve buruk bir halde vapura binip eve döndüm. Birkaç gün sonra hayat eski seyrine dönmüş, telefon numarası değiş tokuşu yaptığımız eski arkadaşlardan bir tanesini bile aramamıştım.
Fırındaki kek kabardı. Görünüşü güzel. Bir süre soğumasını bekledikten sonra kalıptan çıkarıp dörtte üçünü güvenlik görevlilerine dörtte birini anneme götürecek şekilde bölüyorum. Televizyonda çeşitli ülkelerde yaşayan Türkiyeli vatandaşlara bağlanıp oradaki durumu öğreniyorlar. İtalya’da yaşayan bir genç adam apartmanın girişine yaşlı komşuları için bir not astığını söylüyor. Onların yerine ihtiyaçlarını karşılamak için alışverişe çıkabilirmiş. Çok hoşuma gidiyor bu. Hemen bilgisayarın başına oturup benzer bir şey yazıyorum. “BEN 26 NUMARADA OTURUYORUM, DIŞARIYA ÇIKAMAYACAK DURUMDAYSANIZ SİZİN İÇİN MARKET VEYA ECZANEYE GİDEBİLİRİM. Telefonum:XXX”
Steril eldivenlerimi takıp bir elime keki koyduğum üstü strech filmle iyice kapatılmış tabağı, öbür elime de bilgisayardan çıktısını aldığım yazıyı alıp asansöre biniyorum. Zemin katta asansör kapısının hemen yanına yapıştırıyorum yazıyı. Sonra dışarıya çıkıp güvenlik kulübesine gidiyorum. Size ve arkadaşlarınıza kek yaptım, diyorum. Adam kızarıyor. Nerden icap etti, der gibi yüzüme bakıyor. Nedense bir özür bulmak zorunda bırakıyor karşıdakinin mahcubiyeti beni. Kendime yapmıştım da, diyorum. Belki sizin de canınız ister diye düşündüm.
yazarın önceki yazısı: