Saat 02.15’i gösteriyor. Kitap okurken uyuyakalmışım. Birden üst kattan gelen sesle uyanıyorum. Elektrik süpürgesi sanırım. Üst komşum bu saatte evi temizlemeye kalkmış olmalı. Normal koşullarda beni kızdıracak bu durum tuhafıma gitmiyor. Çünkü sadece evlerde yaşamaya başladığımızdan beri gece ve gündüz birbirine karışmış durumda. Daha doğrusu gece ve gündüz yok, akıp giden bir zaman var sadece; kum saati gibi. O kum saatinin ne zaman ters çevrileceğine biz karar veriyoruz. İşte bu yüzden artık gecenin bir saatinde uykum kaçar endişesi yaşamadan kendime okkalı bir kahve yapıp içebiliyorum. Yarın erken uyanma endişem yok. Hatta olabildiğince geç uyanıp günü bir an önce bitirmek, bir mahkûm gibi kalan günlerimi tamamlamak istiyorum. İşin kötüsü geriye kalan kaç gün var, bunu bilmiyorum, hiç birimiz bilmiyoruz.
Komşulardan herhangi biri garip bir saatte gürültü çıkaran işler yaptığında garipsemiyorum, benim de sabaha karşı koyu renkli giysilerin bir makineyi dolduracağını hesaplayarak yatağımdan kalkıp çamaşır makinesini çalıştırdığım, kirlileri bulaşık makinesine dizdiğim çok oluyor. Bir tür jet lag hali yaşıyor gibiyiz galiba. Zaman eski anlamını yitirdi veya kendi tanımını yitirip bambaşka bir şeye dönüştü.
Bir şeye dikkat ediyorum ama, el ve beden temizliği dışında fazla su harcamamaya. Örneğin kirli tabakları sudan geçirmeden makineye dizmezdim eskiden, şimdi olduğu gibi koyuyorum. Bulaşık makinesi tabletlerini ikiye bölüp kullanan bir arkadaşım vardı. Denedim. Meğer bir şey değişmiyormuş.
Pek çok alışkanlığımız öyle değil mi aslında? Bir bıraksak, bir dışına çıkabilsek, “meğer hiçbir şey değişmiyormuş” olduğunu görebilsek belki çoğunu terk edeceğiz. Buradan hareketle insan ilişkilerine de genişletebiliriz bunu, zorunluluk nedeniyle sürdürülen birliktelikler, çocuklar üzülmesin diye sürdürülen evlilikler, kibarlık olsun diye katlanılan görüşmeler, ardından acı çekilen bitmiş aşklar hayatımızdan yok olsa belki de “meğer hiçbir şey değişmiyormuş” noktasına geleceğiz. Bitirmek başlamanın ilk şartıdır, doğanın bir yasası değil mi bu? Hayatımız yeterince büyük ve uzun değil ki istemediğimiz ilişkileri sığdırmaya çalışalım. Yeni şeylere yer açmak için kendimizi arada bir temizlememiz lazım. Doğa da öyle yapmıyor mu?
Yataktan kalktığımda yorganın üstündeki Yukio Mişima romanı yere düşüyor. Aşka Susamış. Genellikle edebiyatını okumakta en çok zorlandığım ve dolayısıyla da en çok mesafeli durduğum bölge Uzakdoğu. Japon ve Çin edebiyatını çok tanımıyorum. Bunun en önemli nedeni, bir kitabı okurken tıpkı bir filmin içine girmiş gibi mekânı ve yaşayış şeklini gözümde canlandırma gereksinimi. Aynı şey yazarken de oluyor. Uzakdoğu kültürü bana çok yabancı olduğu için bunu yapmak zor geliyor. Bir ülkenin edebiyatını takip etmek belli bir ölçüde o ülkenin gelenek bilgisini de içeriyor belki. Örneğin Mişima’nın bu romanında bilmediğim, Japonlara has pek çok geleneksel kutlama, bayram, yemek, içki adı, bölge ve aile içi adetler var. Bir cümlede “sekiz tatami büyüklüğündeki odasına geçti” diyor ve dipnotta, tatami’nin Japon evlerinde görülen pirinç kamışından hasır halı olduğu açıklanıyor. Daha sonra romanda çoğu kez bir yerin büyüklüğü belirtilirken tatami üzerinden veriliyor. Metrekare gibi soyut bir kavramı yere serilen hasır halıyla somut hale getirme fikri hoşuma gitmiyor değil. Oysa ben tatami’nin ne olduğunu dipnot sayesinde öğrensem de ebatlarını (belli ki standart bir ebatı var) gözümde canlandıramıyorum. Bunun gibi pek çok şey.
Uzakdoğu sinemasını sever ve iyi takip ederim ama sinema sizden herhangi bir hayal gücü beklemiyor, size gösteriyor. Bu yüzden ikisi arasında çok büyük bir fark var. Mişima’nın kitabını okuduğum dönemde özellikle Japon filmleri izlemeye çalıştım. Kitabı daha çok gözümde canlandırabilmek için. Akira Kurosawa’nın en eski filmlerinden biri, 1965 tarihli Kızıl Sakal’da taşrada yoksul bir hastaneye gelen genç hekim hastaların üzerinde yatacakları bir tatamileri bile olmadığı şikâyeti ile karşılaşıyordu. Sürgülü kapılı tipik Japon evinin odalarında yerde yan yana serilen döşeklere yatmış hastalar için o kadar önemli bir şeydi demek. Mişima’ya gelince, gerçekten iyi bir yazar. Bu okuduğum dördüncü kitabı. İnsanın derinliğini ve tuhaflığını iyi biliyor. Yazdıkları kadar intiharı da derin ve düşündürücü. Ününün zirvesindeyken, henüz kırk beş yaşında filmlere konu olabilecek bir intiharla yaşamına son veriyor.
Bu tecrit hali devam ettiğinde insanın, özellikle de yalnız yaşayanların arasında intihara kalkışanlar olup olmayacağı düşüncesi zihnimi kurcalıyor. İntihar eylemi hep büyük bir cesaret gibi gelmiştir bana, kimine göre korkaklık sayılsa da. Acaba dünyadan yalıtılmışlık hali insanın bir süre sonra içinden çıkamayacağı bir karanlığa yuvarlanarak hayatına son vermesine neden olabilir mi? Kaç kişi zorunlu yalnızlık halinde varlığını ve hayatın anlamını sorgulayacak ve dayanılmaz bir noktaya gelecek? Birkaç gece önce yazar bir arkadaşımla görüntülü bir telefon konuşması yaptık. Mutfaktaydı, bira içiyordu.
“Ne düşünüyorum biliyor musun,” dedi. “Hayat artık pek bir şey vaat etmiyor gibi. Hep aşağı gidiyor sanki. O zaman da insan kendi kendine soruyor, yaşamı sürdürmek için bu ısrar ne diye?”
“İçgüdüsel,” dedim. “Hücrelerimize kodlanmış olan hayatta kalma isteği.”
“Tamam da yetersiz bir sebep.”
“Devrimizi tamamladık mı dersin?”
“Bilmem. Bana bazen öyle geliyor.”
Kimi zaman birbirinden farklı hayatlar yaşayabilmeyi isterim. Başka başka coğrafyalarda, bambaşka insanlarla çevrili olmayı, başka anne babanın kızı olarak doğup, başka okullara gitmeyi, başka meslekler edinmeyi, başka evlerde yaşamayı, başka eşler seçmeyi, bambaşka çocuklar doğurmayı hayal ederim. Doğduğu coğrafya insanın kaderini tayin etmede ne kadar etkiliyse insanın içerisi ve dışarısı arasındaki sınır da o kadar etkili. İnsanın içerisi nereye kadar uzanır? Dış dünya nerede başlar? Bence biz o içerisini genişletebildiğimiz ve dışarıyı ona dahil edebildiğimiz sürece çoğalabiliyoruz.
Apartmanlar, sokaklar, mahalleler, beldeler, şehirler karantinaya alınıyor. İnsanlar evlerin balkonuna çıkıp şarkı söylüyor ya da bir müzik aleti çalıyorlar. Her akşam bütün ülkelerdeki vaka ve ölü sayısı dijital bir sayacın göstergesinde yükseliyor. Kütüphanedeki distopya romanlarını veya salgın, felaket filmlerini hatırlayıp onları okumaya veya izlemeye kalkanlar kısa sürede pişman oluyor. Bir arkadaşımla telefonda konuşuyorum. Çocukken bile çizgi roman okumamıştım, diyor. Şimdi sadece çizgi roman ve karikatür dergisi ciltlerini okuyabiliyorum. Meğer ne çok şey kaçırmışım.
Meğer ne çok şey kaçırmışız, öyle değil mi?
Güneş biraz yüzünü gösterince bazı insanları bütün uyarılara rağmen evde tutmayı başaramadı devlet. Önce 65 yaş üstü evde kalsın dediler. Bu yüzden birdenbire sanki her şeyin, bütün bu musibetin sorumlusu 65 yaş üstü insanlarmış gibi onlara hor davranan, gördükleri yerde kaçanlar oldu. Bu kez 20 yaş altı çıkmasın evlerinden, diyerek bunun rövanşı alındı. Sonunda ülkenin neredeyse yüzde sekseninde hafta sonu sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Yaşadığım apartmanın da içinde olduğu sekiz bloktan oluşan bahçesi ve yeşil alanı çok büyük bir parselin etrafı çitle çevrilerek site haline getirilmiş. Bu sitelere “Ada” deniyor. Ben 55. Ada’da oturuyorum örneğin. İşte bugün -biraz da sokağa çıkma yasağının kışkırtmasıyla- bahçeye indim. En son geçen yaz balkondan düşüp ölen kedimi gömdüğüm bahçenin ücra bir köşesine kadar yürüdüm. Normal zamanda sitenin bu bölümünde pek birileriyle karşılaşmazsınız. Baktım bir genç dizüstü bilgisayarını ve termosta kahvesini almış, banka yerleşmiş. Bir diğeri çiçeklenmiş erik ağacının altına kilim sermiş kitap okuyor. Bahçenin yeni farkına varmış gibi davranıyoruz. Neden bunları daha önce akıl etmedik?
Yine de her şey bittiğinde hayat eski haline dönsün istemiyorum. O kadar kalabalığa birden karışmaya hazır değilim. Keşke azar azar, yavaş yavaş çıksa insanlar evlerinden. Keşke tek, çift plaka uygulaması gibi doğum tarihlerinin son rakamlarına veya ne bileyim alfabenin harflerine göre filan çıksalar. Daha az kalabalık olsa dünya. Pencereyi açtığımda araba gürültüsü değil kuş seslerini duymaya devam edebilsem. Belki kum saatini ters çevirmenin değil, içindeki kumu değiştirmenin vakti gelmiştir artık.