Şanslı mı şanssız mı, orası tartışmaya açık ama çok değişik bir nesil olduğumuzu düşünüyorum. Hesap makinesiyle lisede tanışan, üniversitede bilgisayarın en ilkel modelleriyle haşır neşir olan bir nesil çoktandır ileri teknolojinin getirdiği yeniliklere ve sanal gerçekliğe ayak uydurmaya ve bu yeni dünya düzeni içinde kendine bir yer bulmaya çalışıyor. Bundan sonraki hiçbir neslin böyle bir değişimi yaşayacağını zannetmiyorum. Elbette yenilikler, teknolojideki ilerleme devam edecek ama aradaki değişimin bu kadar büyük olacağını düşünmüyorum. Örneğin bir uçan araba hayalini kurmak artık bize hiç de olasılık dışı gelmiyor. Oysa çok değil, bundan otuz kırk yıl önce hayal bile edemediğimiz, bize sınırsız bir dünyanın ve bilgi erişiminin kapısını açan internetin hayatımıza dahil olmasına tanık olmak bile başlı başına bir çağ atlama değil mi? Çok iyi hatırlıyorum, lisede her sabah ve akşam aynı otobüsle okula gidip geldiğim muzip bir arkadaşım elindeki okul çantasına bir telefon düzeneği yerleştirip yolculuk esnasında zilini çaldırmayı ve çantasını açarak telefonun ahizesini kaldırıp otobüsteki yolcuları şoka sokmayı hayal ederdi. İnsanın yanında bir telefon taşıması o kadar absürd bir fikirdi. Ve çok değil on beş yirmi yıl sonra cep telefonları hayatımıza girdi. Ben kendi adıma bazı şeyleri öğrenmeye ve uygulamaya sürekli direndim ama bir süre sonra mecbur kalıp hayatıma kattıklarım oldu. Bir Twitter hesabın bile yok, diyenlere her şeye birden yetişemiyorum esprisini yapsam da bu korona günlerinde sosyal medya üzerinden insanları bir araya getiren Zoom, Skype, Houseparty gibi uygulamaları cep telefonuma indirmek zorunda kaldım. Böylece birkaç arkadaşımın sesini duymakla yetinmeyip görüntüleriyle de karşı karşıya gelme şansını elde ettim.
Biz bu kapalılık durumunda sanal sitelere, sanal alışverişe hücum ettikçe bazı insanların durdukları yerde servetlerine servet kattıklarının haberi vardı geçenlerde televizyonda. Örneğin, e-ticaret ve bilişim devi Amazon’un patronu ABD’li Jeff Bezos’un serveti yıl başından bu yana 28,7 milyar dolar artarak 144 milyar dolar gibi inanılmaz bir düzeye erişmiş. Son bir ayda 22 milyon kişinin işini kaybettiği ülkede Bezos, kriz döneminde de servetini artırmış. Çin’de ilaç, aşı ve tıbbi ürün geliştiricisi şirketlerin hissedarların üç kişi salgınla birlikte dolar milyarderleri listesine girdi. Bloomberg Milyarderler Endeksi verilerine göre, dünyanın en zengin 10 isminin yıl başından bu yana servet kaybı 163,3 milyar dolara ulaşırken, 500 kişilik listede 54 kişi servetlerini artırdı. Özellikle Çin’de ilaç ve tıbbi ürün üreticileri listede üst sıralara tırmandı. İnsan bu telaffuz edilen rakamları aklına sığdıramazken üstü yağ kaplı bir protein hücresinin karşısında ne kadar aciz olduğunu, kazanılan bu paraların yeri geldiğinde sağ kalmaya yetmeyebileceğini düşünmeden edemiyor.
Dünyanın bütün gelişmiş ülkeleri bir yandan da aşı ve ilaç geliştirme uğraşı içinde. Bazı ülkeler geliştirilen aşıların ön tiplerini denekler üzerinde uygulamaya başladılar bile. Ancak bir aşının tam anlamıyla insanlığın kullanımına hazır hale gelmesinin en iyi ihtimalle önümüzdeki yıl olacağı söyleniyor bilim insanlarınca. İnsan ister istemez o aşamaya gelince de aşıdan yararlanma ve aşıya ulaşabilme sürecinde fırsat eşitliği olmayabileceğini, New York’ta yaşayan biriyle Mogadişu’da yaşayanın aynı şansa sahip olamayacağını düşünmeden edemiyor. Hayatın her alanına yayılan eşitsizlik burada da kendini gösterecek mi? Maalesef evet.
Çoktandır mecbur olup sokağa çıktığımda yüzleri sadece beyaz ve siyah maskelerle kaplanmış insanlar görüyorum. İnsanların sadece gözlerinin açıkta kaldığı, yüzlerinin üçte ikisinin bir maskenin arkasına gizlendiği halleriyle birini tanımak çok zor. Sözgelimi anneme düzenli olarak yazdırdığım hasta bezi için aile hekimine gittim. Elbette binanın içine kimseyi almıyor, gelen hastaları her aile hekiminin kendi penceresine yönlendiriyorlardı. Ben de bizim aile hekiminin camına yaklaştım sıram gelince. Sadece gözlerini gördük birbirimizin ve her gidişimde edebiyata, Kanada’da liseyi okuyan kızıma, annemin kanserinin gidişatına dair üç beş kelam ettiğimiz halde beni tanımadı önce. Sonra hasta bezi yazdırdığım için anladı kim olduğumu. Birbirimize uzaktan hal hatır sorduk. Kızınız döndü mü, dedi. Maalesef dönemedi, dedim. Üzüldü. Bizim de çalışma şartlarımız çok zor, korkuyoruz, dedi. Üzüldüm. Birbirimizin duygularını sadece gözlerimizle anlatabilmenin ve anlamaya çalışmanın sıkıntısını yaşadık. Sahi gözler, ne kadar çok şey anlatır aslında değil mi? Yine de bir diğeriyle iletişim kurmak için bütün yüz işin içine girmezse bir şeyler eksik kalıyor demek. O insana bir şekilde tam anlamıyla ulaşıp iletişim kuramadığımız hissini veriyor.
Bir insanın yüzüne bakıp da yüzünün tamamını görememenin veya ona sesini duyuramamanın nasıl bir şey olduğunu ilk kez çocukken deneyimlemiştim. Annem her perşembe kuaföre gider ve saçına mizampli yaptırırdı. Mizampli makineleri hala var mı bilmiyorum. Annemin saçını demir bigudilere sarıp kulaklarına iki plastik kulaklık kapatır, bütün bunların üstüne de bir file geçirip başını o makineye sokarlardı. Yüzünün önüne de saydam bir siperliği indirirlerdi. Bundan sonra annem ulaşılmaz olurdu. Makinenin içinde gürültülü bir sıcaklık yayılır, artık bu gürültüden mi yoksa kulaklarını örten kulaklıklardan mı bilmem annem dış dünyayla bağlantısını keser kucağına koyduğu bir dergiye dikerdi gözlerini. Ben sabırsızlıkla annemin başının yeniden dışarı çıkmasını beklerdim. O bekleyiş zamanı hiç geçmek bilmezdi. Mutlaka ona söylemek istediğim bir şeyler olurdu ama sesim mizampli makinesinin gürültüsünden ve plastik kulaklıklardan ona bir türlü ulaşmazdı. Bazen dayanamaz gidip sağını solunu çekiştirirdim. Sonra söylersin, gibi parmağıyla makineyi işaret ederdi. Sonra annem yeniden bana dönerdi. Kuaför onu aynanın önüne oturtup her birinin ucundan lastikli bir tahta top sallanan bigudilerini tek tek açıp cam tezgâhın üstüne atardı. Sıcak olurdu o bigudiler ve saç spreyi kokardı. Ben anneme değil, onun aynada değişen ve giderek güzelleşen saçına bakardım. İşte o zaman aynadan bana, Hadi ne söyleyeceksen söyle, derdi. Her defasında söyleyeceğim o önemli şeyi unutmuş olurdum. Belki de hiçbir şey söylemeyecektim de sadece beni duyup duymadığından, sesimin ona ulaşıp ulaşmadığından emin olmak isterdim. En sonunda tarağın şişi ile kabartılan ve arkada topuz yapılan saçına hayran hayran bakarak susardım. Saçları kumral, düz ve çok güzeldi.
Annemin saçlarını bir süredir ben kesiyorum. Yürüyememeye başladıktan ve evin içinden çıkamaz olduktan sonra bu bir zorunluluk oldu. Gözleri aynadaki aksini seçebilecek kadar iyi görseydi, beni besleme kızlara benzetmişsin der, beğenmezdi. Ama zamanla ustalaşıyor insan. Onun saçlarında attığım acemiliği şimdi kendi saçlarımı ayna önünde keserken ustalığa dönüştürdüğümü fark ediyorum. Elime aldığım makasın şehvetine kapılarak saçlarımı giderek kısaltıyorum. Uzun süredir kuaförler kapalı. İster istemez kendi işimizi kendimiz görmek zorundayız.
Pek çok işimizi artık kendimiz halletmek zorundayız. Bu özellikle her istediği başkalarınca yerine getirilen, önüne sınırsız olanaklar serilen genç kuşak için çok zorlayıcı. Kendi kendine yetme konusunda en çok zorlanan onlar. On yedi yaşındaki kızım eylül ayında lisenin son iki yılını okumak için Kanada’ya gitti. Orada yalnız başına bir hayata uyum sağlamanın olanca sıkıntısını yaşadı. Tam uyum sağladığını düşündüğümüz bir noktada bu salgın baş gösterdi. Birden kendini başka bir ülkede, ailesinden uzakta, başka bir ailenin yanında, kapalı kalmış halde buldu. Uzun süre okulun ne olacağı belli olmadığı için dönemedi. Sonunda okul uzaktan eğitime başlayınca bu kez de artık çok geçti. Havaalanları kapatılmış, bütün uçuşlar iptal edilmişti. Uzun bir bekleyiş sonunda nihayet yurtdışında yaşayan Türkiyeli insanları getirmek için bir girişim başladı. Bu sayede kızım da 23 Nisan’da 348 yolcuyla birlikte İstanbul’a geldi ve havaalanından otobüslerle on dört günlük karantina süresini geçireceği Kırklareli’ndeki bir öğrenci yurduna yerleştirildi. Her gün telefonla konuşuyoruz. Nasılsın, diyorum. Jetlag halindeyim diyor. Üç gündür geçmedi. Ben bir buçuk aydır jetlag halindeyim diye cevap veriyorum. Karşılıklı gülüyoruz. Onu aylardır görmüyorum, çok endişelendim, çok özledim ama karantinadan çıkıp eve döndüğünde birbirimize sarılabilecek miyiz, onu bile bilmiyorum.
Özellikle sokağa çıkmanın kısıtlandığı günlerde evin penceresinden terkedilmiş dünyayı seyrediyorum. Çoğunlukla elimde bir fincan çay veya kahve oluyor. Yüksekte oturduğum için epey geniş bir manzaram var. Aşağıdaki golf kulübü, büyük park, parkın içindeki kafe, okul, market hepsi terkedilmiş gibi. Arada bir köpeklerin sesi geliyor. Böyle zamanlarda çevrede gördüklerimin ve duyduklarımın gerçek olmadığını, gerçekse bile benim aslında burada bulunmadığımı hissediyorum. Birden aşağıya inip hızlı adımlarla yürüyebilmek hayatın bir özeti olacakmış gibi geliyor bana. İnsan hiçbir zaman farkına varamadığı ayrıntıların, her günün biricik olduğunun, son olduğunun, geriye dönüş olamayacağının, bir başka sefer diye bir şey olmadığının farkında mı?
Her sabah kendinizi kucağına bıraktığımız o dünyanın bir daha asla aynı olamayacağının kaçımız farkında? Gözleri kinle, kibirle, ikiyüzlülükle, hırsla yanıp sönen bir kalabalığa yeniden karışmayı istiyor muyuz gerçekten? Ya da yüzlerce insanın arasında olup da yalnız hissetmeyi, bir türlü bir yere ait hissedemeden hep bir yerlerde olmayı? Aklımızdan zaman zaman geçen o güneye gitme ve bir sahil kasabasına yerleşme fikri ne kadar sahici? Bundan sonra hala o kasabaya yerleşerek böyle bir yalnızlıkla başa çıkma cesaretini kim gösterebilir?