Geçtiğimiz günlerde Emin Gürdamur’un Herkesten Sonra Gelen adındaki ikinci kitabına Uluslararası Kahramanmaraş Şiir ve Edebiyat Günleri etkinlikleri kapsamında Rasim Özdenören Öykü Ödülü verildi. Yazar, Herkesten Sonra Gelen ile geçen yıl da öykü dalında Türkiye Yazarlar Birliği Ödülü’nü almış. “Biraz daha farklı yerlerden tahmin etmediğim yerlerden dönüşler aldım. Sizinle belki hiç yolu kesişmeyecek karşılaşmayacak okurun da dönüp bakmasına vesile oluyor ödüller.” demişti Serkan Türk ile gerçekleştirdiği söyleşide Gürdamur. Bu yazı aldığı ödüllerle okur çizgisini genişleten yazarın Necip Fazıl Kısakürek adına düzenlenen yarışmada ilk eser ödülüne layık görülmüş “Atları Uçuruma Sürmek”[1] üzerine olacak.
Atları Uçuruma Sürmek, birçoğu okuru uçurumun kenarında dolaştıran on altı öyküden oluşuyor. Öykülerin içinden tamamen çekilmiş olmasa da birçok öyküde “olay”ın minimum düzeye indirgenmiş olduğunu söyleyebiliriz. Karanlık yönü ağır basan öyküler kaleme almış Gürdamur. Huzursuz, mutsuz, hayat karşısında yenilmiş, yalnız bireylerin iç çekişlerini, kendileriyle, geçmişleriyle hesaplaşmalarını, düşünsel sorgulamalarını, bazen de isyanlarını okuyoruz öykülerde. Aynı söyleşide “Ben biraz kapalı olmanın öyküdeki kapalılığın oradaki anlama kapı araladığını, kapıları çoğalttığını düşünüyorum.” diyor yazar. Tam da dediği gibi bu kapalı öyküler farklı dünyalara kapı aralıyor.
Kitaba adını veren Atları Uçuruma Sürmek, “Göğe…” ithafıyla başlıyor. Göğün medeniyet dünyamızdaki yeri düşünüldüğünde “Allah” çağrışımı uzak bir çağrışım olmasa gerek. “Zaten dünyayı yetimhaneden seyreden biri, bir daha hiç dışarı çıkamazmış. Hiç büyüyemezmiş. (s.12)” diyor anlatıcı. Yaralar sarılamıyor bir türlü. Yetimhanede beraber büyüdüğü belki de aşkını itiraf edemeden yanından ayrılan sevilene iç döküş okuyoruz. Yetimhanenin yalnızlığı ve bu yalnızlık karşısında Allah’a sığınışı şöyle dile getirir anlatıcı: Üzülme ama bak. Allah dinler insanı. En dipteki ranzada dizlerini karnına çekmiş uyumaya çalışırken, saçma sapan uzun uzun konuşursun dinler seni Allah. Sözünü kesmeden dinler. (s.11)
Kitabın en ayrıksı öyküsü Kahverengi Zarf adını taşıyor. Öykü, aslında novellaya evrilecekmiş hissi uyandırıyor. Yine bir söyleşide gençlere “Yazın. Kendinizi yazmak isteyeceksiniz. İlk metinlerde kendinizi sırtınızdan atın bir kere.” diye seslenen Emin Gürdamur’un bu öyküsünde hayatından otobiyografik izler görüyoruz. Öykü çarpıcı şu cümlelerle başlıyor:
Ölüm haberidir bu nezaketsiz gelir, adabı muaşeret dinlemez. İzin istemez, kapı çalmaz, açmanı beklemez, geçer başköşeye kurulur. Kelimelerle inceltemezsin, törpüleyemezsin, ahşap değil sanat yapamazsın. Kaya değil bir yüz konduramazsın. Rengi yoktur, varsa karadır. Biri gitmiştir çünkü daima gitmiştir. Oradan bir ışık sızmaz. Bir ses duyulmaz. Sağına soluna kedi merdivenleri takıştıramazsın. Kenarsızdır işe yaramaz bunlar. (s.13)
Ardından çocukken beraber yatılı Kur’an Kursu’nda eğitim aldığı Murat’ın ölüm haberini okurla paylaşıyor anlatıcı. “ Ölüm haberidir bu, olmuş bitmiş gelir, firakına toz kondurmaz. İnna lillahi ve innâ ileyhi raci’un.(s.13)” [2]cümleleri ile okur sarsılmaya devam ediyor. İsmi zikredilmeyen anlatıcının aldığı haberden sonra yaptığı yolculuk sırasında geçmişe doğru bir kapı aralanır ve anlatıcının Murat’la yaşadıkları bir film şeridi gibi zihninde sıralanır. Yazar Handan Acar Yıldız, “Emin Gürdamur’a ait “Kahverengi Zarf” öyküsünü önemli kılan, kurgusal ve duyusal gücünün yanı sıra “göz hizası/göz temaslı eleştiri”yi bize hissettirmesidir.(…) Göz temaslı eleştiri bizde, her satırda yazarın eleştiriyi “içerden” yaptığı izlenimi verir.” diyor Kahverengi Zarf öyküsünü değerlendirirken. [3] Bu öyküde Murat’ın ve anlatıcının çocukluğu üzerinden dini eğitim veren kurumlarda yapılan yanlışlıklara içeriden bir gözle eleştiri yapılmıştır.
Kapalı bir anlatım ve kurgunun tercih edildiği öykülerden biri Güneşin Öbür Batışı. Su dolu bir leğende kâğıttan gemisini yüzdüren bir çocuk eşliğinde vapurda yer alan hayali bir çift tasavvur etmiş yazar. Modern insanın çıkmazı “-mış gibi yaşamlar”ın eleştirildiği öyküyle okura kendi yaşamlarını sorgulama fırsatı sunuluyor.
Üzülür gibi yaptı. Gerçekte üzülmemişti. Gerçekte hiçbir şeye üzülmezdi. Kalbindeki yoksunluğun ortaya çıkmasından endişe etti sadece. (s.27)
Çocuk üzgündü. Hayır üzgün değildi. Üzülür gibi yapıyordu sadece. Gerçekte hiçbir şeye üzülmezdi. (s.29)
On dokuz yıl önce ölen/ intihar eden annesinin mektupları doğrultusunda “Ben ondan baba istedim, o bana hep şiir okudu!” diyerek geçmişiyle, kimliğiyle hesaplaşmaya çalışan bir adamın öyküsünü okuyoruz Karanlık’ta. Adı gibi karanlık bu öykü de.
“Sana bir günaha bakar gibi bakmadım hiç. Aynalarla aramda büyüttüğüm cinneti bağırarak yaraladığın gecelerde bile sana gücenmedim. Bir defacık sadece bir defacık dünyaya kırıldım oğlum; oğluna annesinden tiksinmeyi öğrettiği o yıl dünyaya adamakıllı kırıldım. (s.34)”
Öyküde “karanlık, güneş, ev, uçurum ve birçok varlık” büyülü gerçeklik sınırları içinde canlanır ve öykü karakterlerinden birine dönüşür:
Gecenin yüzünde geceye sormadan, minnet duymadan, onay beklemeden beliren kıvılcımlar, kelebekler, koridor, kapılar ve kollar, adama asla o eve girmemesi gerektiğini durmadan dinlemeden ama bir ses kullanmadan anlatmaya çalıştılar. Gece silkindi, kendi yüzünde oynaşan gölgelerin yıllarca beklediği ayini ınkıtaa uğratmasından korktu. Kendi yüzünü kendi tırnaklarıyla kazıyarak yere fırlattı. (s.35)
“Olay”ın minimum düzeye çekildiği öykülerden biri de Dağdaki Sesler. Okur, tasvir edilen ortamı zihninde canlandırdığı takdirde anlam kazanacak bir öykü Dağdaki Sesler. Dağlık bir bölgede gün boyu çakan şimşekler, ormanlık alanın hemen bitiminde yer alan inişli çıkışlı geniş çayırların başladığı yerde, dört uzun kızılağacın altında, çevresi taş duvarlarla çevrili bir ev ve bu evde dışarıdaki tufana ilgisiz bir çift ses. Tüm duyu organlarına hitap eden bir manzara. Yıllarca uğranmamış ürpertici bu evde belki de iki kardeşin sesinin öyküsü. Murat Özyaşar’ın Ayna Çarpması’nda “Bütün yolculuklar çocukluğa varmak içindir.” cümlesini çağrıştıran çocukluğa dönüş öyküsü.
Çocukluğundan başlamamalı insan. Haklısın. Zalimlerin bile hüzün devşirebildiği yerden başlamamalı. Ama bugünden de başlamamalıyız. Bugün birbiriyle hiç karşılaşmamış takvim yapraklarını bir büyücü kanalıyla aynı renge boyayabilir. Değil mi? (s.40)
Yeşil Perdeler, bir tayy-ı zaman, tayy-ı mekân öyküsü. Yıllar sonra geldiği konakta bir adamın hesaplaşma öyküsü. “Korktuklarıyla, kaçtıklarıyla bir an önce yüzleşmek istiyordu adam.(s.44)”, “Adam kendi kafasının içinde doğrulunca bedeni de onu takip etti.(s.45)”, “Dumanın ardından adamın bilinci savruldu. Bilinci sendeledi, tutunacak bir yer aradı.(s.46)” “Konak geniş geniş çökmeye durdu. Bu çöküş tarihin pek çok yerinde yankı buldu, yinelendi. (s.47)” Zaman ve mekânın sınırlarının kalktığı müderris ve kör talebe öyküsüne evrilen bir hikâye Yeşil Perdeler.
Sevdiği kızın sorusuyla fakirliğinin tescillendiğini anlayan gencin bu travmayı yıllar sonra bile unutulamaması yine şiirsel bir duyarlılıkla anlatılıyor Kiraz Çiçekleri’nde. “O gece ve sonraki geceler, biricikliğini kaybetmiş, tarihin ve talihin ihanetine uğrayıp adı gayya kuyusuna düşmüş bir kral olarak unutuldum, sıradan biri olmakla yüzleştim. (s.57)” diyor anlatıcı.
Güray Süngü’nün Hiçbir Şey Anlatmayan Hikâyelerin İkincisi kitabında Kılık adlı bir öykü vardır 28 Şubat sürecinin kıyafet üzerinden imgesel bir tarzda eleştirildiği. Gürdamur da Serander Kuşları‘nda medeniyet çatışmasını, yeniyi kurmak için eskiyi hiçlemenin öyküsünü yazmış. Kapalı öykülerden Serander Kuşları. Üniversitede muhtemelen hocasına ya da arkadaşına aşkı nedeniyle kendi manevi dünyasına sırt çeviren anlatıcının manevi dünyası “dede”si üzerinden anlatılmış. Anlatıcı, iç hesaplaşmalar sonunda terk ediyor aşkını, ortamını ve dedesinin Karadeniz’deki evinin seranderi önünde kendi kimliğini sorguluyor.
Asırlık kündekâri kapılara sırtımızı dönerek gelmiştik buralara, ulu kapılara burun kıvırarak. (s.59)
Vaktiyle gıcır gıcır şarjörler gibi cebimizde taşıdığımız aforizmalar solmadı mı? (s.60)
Müthiş bir bozgunun akabinde dünyaya gelmiştik, tamam. (…) Öfkeliydik ve pençelerimze bir boğaz gerekliydi, amenna. Ama tarihi boğazlamak da neyin nesiydi? (…) Bir şehir kurmak için bir şehir yıkacaktık. (…) Her balta putları kırarken biraz da kendi heykeline yer açar, yalan değil. (s.61)
İki medeniyet arasında bocalayan anlatıcı, Peyami Safa’nın Fatih Harbiye’sinin Neriman’ı gibi öykü sonunda tarafını seçiyor.
Allah’ın Yazıları adlı öyküde “Araf’ta kalmak sadece insan için değil elbet. Mekân da Araf’ta kalır, hem de nasıl kalır.” diyen anlatıcı Karadeniz’in ne köy ne şehir denen mekânlarından birinde Araf’ta kalmış Deli Salih’le memleketin delisine de akıllısına da bir gözle bakan Hüseyin’in öyküsünü anlatıyor bize. Kimin deli kimin akıllı olduğunu sorgulatan bir öykü.
Vaveyla’da anlatmaya bağlı edebî metinlerde nadir olarak karşımıza çıkan “ikinci şahıs anlatıcı” yoğun olarak kullanılmış. Bu tarz anlatılarda, yazar “sen” zamiri üzerinden anlatır hikâyesini. Bu anlatıma İtalyan yazar Italo Calvino’nun, “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” isimli romanı örnek olarak verilebilir.[4] Arapçadan dilimize geçen “vaveyla” kelimesi “çığlık” anlamına geliyor. Toplumda pek dinlendirilemeyen konulara kapı açmış yazar Emin Gürdamur. Annenin farklı cinsel yönelimleri kızını kabullenemeyişine neden oluyor.
Rahminde aylarca taşıdığı bir larvaydın sen, dünyaya getirdikten sonra kendi aksini görmekten korktuğu bir nabız. (s.73)
Annen için o cüzzamlı kasaba sendin. Sadece sen mi? Babandı. Dünyaydı. Yaşamak, nefes almak, yabancı sabahlara uyanmaktı.
Kader, gördükleri karşısında babaya evi terk etmekten başka seçenek bırakmaz.
Doğumunu sabırsızlıkla bekleyen baban, annenin ara sıra gözlerine gelip oturan durgunluğun, eski bir arkadaş kılığında, güzel, bakımlı ve yine karısı gibi iri gözlü bir kadın kılığında eve geldiğine şahit oldu. Bir ikindi üzeri evini savunmasız buldu baban. İki ince tülün kayaların içinde saklı tohumları uyandıran bir rüzgârla dalgalandığını gördü. (s.76)
Yıllar sonra babanın cenazesinde kız durumun farkına varacaktır:
Babanı gömdükleri gün, annenin bir kadın tarafından okşanan başında babanı örseleyen gerçek şeyi görmüştün çünkü. O iri gözlü kadının anneni teselli edişinin altında, hiç görmediğin dişil, sarsıcı ve ölü evinden uzak kalması gereken ince taşkınlığı yakaladın. (s.77)
Naturalizm akımındaki “soyaçekim” kavramı irdelenir aslında öyküde. Kalıtım, insanın duygu, düşünce ve davranışlarını biçimlendirir. İnsan kendi özgür iradesiyle hareket etse de kendine geçen genetik özelliklerin etkisinden kurtulamaz. Servetifünun romanlarından Aşk-ı Memnu’da Bihter’in davranışlarında annesi Firdevs Hanım’dan aldığı genetik miras etkili olmuştur. Romanın bir bölümünde de Firdevs Hanım’ın kızı olduğu gerçeği ile yüzleşir. Vaveyla’da da uzak şehirlere göç edip kaderinden kaçmaya çalışan ve evlenen genç kadın kendisi ile yüzleşecektir.
Bir çocuk annesinden ne kadar uzağa kaçabilir?(s.78)
Kocanla her ânını sonsuz yalanlar, sonsuz maskelerle döşedin. Annene bak.
Annenden yıllar sonra, annenden çok uzakta, annenin ayaklarının dibine çakıldın. (s.79)
Dünya bir tiyatro sahnesidir yaşam da bir tiyatro oyunudur “davetiyelerin üzerinde yazıldığı gibi, gösteri tek seferlik.(s.90)”. Sahne adlı öykü bu düşünceyi temel alan bir oyun. Kanyonda meydana gelen trafik kazasında ölüm kalım savaşı veren karakterin hayatının gözünün önünden geçmesini ve bir anne kalbinin hissiyatını anlatmış Emin Gürdamur.
Zehirli Yağmur, bize öğrencisinin ağzından Salih Hoca’nın evlilik arifesinde Yağmur öğretmen tarafından terk edilişini ve Salih Hoca’nın çektiği acıları anlatıyor.
Kızılağaç Yaprağı, açık bir anlatımın tercih edildiği bir öykü. Öykünün anlatıcı konusu sürpriz olmuş. Tıpkı bir Yeşilçam filmi tadında okunan olaylar, sözcüklerle oluşturulan görsellikle sinematografik bir şekilde aktarılmış. Modern yaşamın öldürdüğü ya da form değişikliğine sebep olduğu mesleklerden biri de ayakkabı tamirciliğidir. Bir ayakkabı ustasının çocukluğuna da uzanan öyküde Asuman’a olan yıkık dökük aşk samimi bir dille aktarılmış. Kadın tacizlerine dikkat çeken bu öykü kavuşulamayan aşklarda toplumu da sorguluyor aslında.
Çürüme öyküsü Saramago’nun Körlük romanının giriş cümlesini hatırlatacak şekilde başlar: Şehri bir uçtan bir uca ikiye bölen bulvarda bir otomobil ansızın durdu. Korna sesleri birbirini doğurdu. Birkaç dakika içinde şehrin, bulvarın ve akıp giden düzenli hayatın maskesi düştü. (s.121) Aslında bir çürümenin romanı olan Körlük gibi burada da bireyden topluma yayılan bir çürümeden bahseder yazar. Arabanın içinde bir mezarlık sahnesi tasavvur eder öykü karakteri. Yeni ölmüş karısının toprak altında yaşadığı fiziksel çürümeyi bir tıp dersi anlatır gibi ihtiyar bir adama detayıyla anlatır. Manevi duyguları çekilmiş bireyden yola çıkarak aslında toplumsal bir çüremeyi anlatır Emin Gürdamur bu öyküde.
Kitabın son öyküsü Boşluk, kitabın yine karanlık öykülerinden biri. Anlatıcı, yirmi iki yaşında trafik kazasında ölen yakınının intihar mı ettiğini, kazaya ya da cinayete mi kurban gittiğini “Ölümün yüzüne bakmadan ölümden konuşan sen, şimdi pür dikkat ölüme bakarken susuyorsun. Susarak kayboluyorsun. Boşluk duvarları yumrukluyor. (s.128)” gibi cümlelerle sorguluyor öykü boyunca.
“Atları Uçuruma Sürmek” kitabıyla öykünün kuramsal boyutuna da vakıf olduğunu hissettiren Emin Gürdamur, edebiyat dünyasına güzel bir başlangıç yapmış. Herkesten Sonra Gelen kitabıyla da edebiyat dünyasında şimdiden sağlam bir yere oturmuş görünüyor. Okurunun çoğalması dileğiyle.
[1] Emin Gürdamur, Atları Uçuruma Sürmek, Hece Yayınları, Ankara, 2019.
[2] Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, “Doğrusu biz Allah’a aidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz” derler. Bakara suresi 156. ayet. https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Bakara-suresi/162/155-157-ayet-tefsiri
[3] https://edebiyatburada.com/handan-acar-yildiz-yazdi-elestiride-goz-hizasi/
[4] http://edebiyat.k12.org.tr/kavramlar/Anlat%C4%B1c%C4%B1+T%C3%BCrleri/29