Türk ve dünya ve edebiyatında savaşların doğrudan ve dolaylı olarak toplum üzerindeki etkileri üzerine yüzlerce edebî eser yazılmıştır. Savaşın en çok etkilediği kesim de tabii ki çocuklardır.
1972’de Nobel Edebiyat Ödüllü Heinrich Böll, Palyaço’da da savaşın yıkımlarına göndermelerde bulunsa da Babasız Evler’de doğrudan II. Dünya Savaşı’nda ölen babaların evlerine uzanmış. Daha çok da babalarının ölümünden sonra yirmili yaşlarının başlarında dul kalan annelerinin çocukların tabiri ile “amca” dedikleri adamlarla yaşadıkları fiziksel birlikteliklerde aldıkları yara üzerine şekillendirmiş romanını. Martin ve Heinrich adlarındaki çocukların gözünden toplumun, kilisenin, okulun, amca dedikleri adamların kendilerine bakışı çok iç burkan şekilde anlatılmış romanda.
On sekiz yaşındayken yakışıklı bir tank onbaşısı ile evlenmişti. Evlendiği adamın bedeni,şimdi Zaporojye ile Dnyeppopetrovsk arasında bir yerde çürümekteydi. Frau Brielach ise yirmi bir yaşındaydı, yakışıklı bir başçavuştan dul kalmıştı, on iki haftalık bir bebeği, iki havlusu, iki tenceresi ve biraz parası vardı ve güzeldi. (s.27)
İşte savaş çocuklarının çilesi bundan sonra başlar. Çocuklar, annelerinin “amcasız” yaşayamayacaklarının bilinciyle büyür.(s.27) Bayan Brielach’ın dolayısıyla Heinrich’in hayatına Erich, Gert, Karl, Leo adlarındaki amcalar girer ve annesi ve kendisinin yaşadıkları bu amcaların kişilik yapısına göre şekillenir. Heinrich zaman zaman bu amcaları kıyaslamaktan da geri duramaz.
Martin, Heinrich’e göre daha şanslıdır. Onun babası, şair aynı zamanda eşinin ailesinin marmelat fabrikasında görevliyken savaşa gitmiş, hatalı bir karar sonucu hayatını kaybetmiştir. Annesi toplumun yadırgadığı hareketli bir yaşam sürse de eşi Rai’den sonra herhangi bir birliktelik yaşamaz kimseyle.
Heinrich, kendi amcalarını kıyasladıktan sonra yakın arkadaşı Martin’in ailesinde yer alan amcalar ile ilgili çıkarımlarda bulunur:
Martin’in amcaları Will ile Albert’ten çok farklıydı. Onlar elleri açık insanlardı. Will, Leo’dan, Leo da Albert’ten farklı bir amcaydılar. Amca kategorileri yavaş yavaş belirginleşmekteydi. Will, gerçek bir amcaydı. Leo ise, Erich, Gert ve Karl gibi, yani anneyle birleşen türden bir amcaydı. Buna karşılık Albert’in amcalığı Will’den hem de Leo’dan farklıydı. Sanki büyükbabanın yerine geçmiş olan Will gibi gerçek bir amca değildi, ama anneyle birleşen bir amca da değildi. (s.35)
Martin’in annesi Nella, ölen kocası Rai’nin yakın arkadaşı Albert ile evlenmek istemez. Tekrar dul kalma endişesi o dönem içinde savaşın kadınlara yaşattığı travmayı ortaya koyması açısından önemlidir. Albert, Nella’nın “Çocuğu benden çok mu seviyorsun?” sorusuna “Hayır, onu seviyorum, seni ise sevmiyorum.” diye karşılık verir. Albert kendisini hem arkadaşına hem de Martin’e karşı sorumlu hissetmektedir, Nella’yı arzulamasına rağmen onun metres hayatı yaşama isteğini reddeder. Çünkü çocukların ölen babalarının üzerine evlilik dışı yaşanan ilişkilerden ne kadar etkilendiğinin farkındadır.
Çocukların babalarının ölümünün etkisini en çok hissettiği yerlerden bir diğeri de öğrenim gördükleri okullarıdır:
Okulda babaları olan çocukların durumu, babasızlara oranla daha güçtü. Nedeni bilinmeyen bir yasa, bunun böyle olmasını gerektiriyordu sanki. Weber dersini iyi öğrenmemişse, gene iyi çalışmamış olan Brielach’tan daha fazla azarlanırdı. (…) Babasız çocuklar için “ O, babasını savaşta yitirdi,” denirdi. Bir öğrenci teftiş sırasında dersini bilmeyince müfettişlerin kulağına bu söz fısıldanırdı. Ve öğretmenler okula yeni gelmiş bir çocuk için, babasını savaşta yitirmiş, derlerdi. Sanki babasını bir şemsiye ya da bozuk para gibi yitirmişti. Kulağa böyle gelirdi. (s.153)
Alıntının devamında Martin, sınıfta babasını savaşta kaybetmiş yedi çocuğun öğretmenler gözündeki farkına değinir. Kocasının ölümünden sonra evlenmeyenler, resmi olarak evlenenler, evlilik dışı ilişki yaşayanlar, evlilik dışı çocuk sahibi olanlar farklı gözle değerlendirilir öğretmenlerin nazarında. Evlilik dışı birliktelik yaşayan kadınlara “ ahlaksız” olarak bakılır. Martin, annesinin ayrıcalığının varlıklı olmasından geldiğini sezmektedir.
Romanda Heinrich’in annesi Frau Brielach’ın nezdinde toplumun evlilik dışı ilişki yaşayanlara bakışı da yansıtılmıştır. Bayan Wilma, Leo’dan ayrılıp kendisine daha iyi davranan fırıncının yanına taşınırken yaşananlar, toplumun taşınma esnasındaki bakışı çocuk Heinrich’i derinden etkiler. Taşınma esnasında Albert’in gelip Heinrich ve kızkardeşini alıp o hengâmeden çıkarması Frau Brielach’ın gözünde çok değer kazanır. Heinrich’in, kız kardeşiyle gittiği Albert’in ailesinin evinde Martin’in annesi Nella ile tenis oynarken düşündükleri çocuğun yaşadığı travmayı ortaya koyması açısından önemlidir:
Toplara dikkat etmek, onları gereğince karşılayıp raketi kullanmak, aynı anda da babasını, amcaları ve şu anda annesiyle birleşen fırıncıyı düşünmek güç oluyordu. (s.365)
Tüm bunlar düşünüldüğünde bu roman için Cemal Süreya’nın “Sizin hiç babanız öldü mü?/Benim bir kere öldü kör oldum /Yıkadılar aldılar götürdüler / Babamdan ummazdım bunu kör oldum” dizelerinin romanda vücut bulmuş şeklidir, diyebiliriz. Bir farkla bu çocuklar babalarını sadece odalarına asılan fotoğraflardan tanımış.
Cengiz Aytmatov’un, savaşa giden babaların ardından eğitimlerini bırakıp köyün geçimini sağlayan çocukları anlattığı “Sultanmurat” romanından, babasının sinemada gördüğü savaş filmindeki bir asker olduğunu sanıp onunla gururlanan çocuğu anlattığı “Asker Çocuğu” öyküsünden ve Hasan İzzettin Dinomo’nun şehit çocuklarının yaşadıkları çileyi anlattığı “Savaş ve Açlar”ından sonra Heinrich Böll’ün Babasız Evler’i de beni savaş ve özellikle çocuklara etkileri konusunda tekrar düşünmeye sevk etti.
Üstat Yaşar Kemal’in “Savaşı icat eden görmesin cennet.” sözlerindeki dileğe katılarak savaşsız bir dünya diliyorum.