Arınma, boşalım olarak da dilimize çevrilen katharsis sözcüğü için Ahmet Cevizci şöyle diyor: “Kişinin estetik deneyim ve yaşantılar yoluyla olumsuz duygularından, özellikle de yıkıcı tutkularından kurtulması durumu; sanatın öznede uyandırdığı acıma ve korku duygularıyla, ruhu tutkulardan temizlemesi süreci.” [1] Taçlı Yazıcıoğlu’nun bu yıl yayımlanan ilk romanı Hep Sondan Başlar [2] yazar Ece Beyhan karakterinin geçmişini yaşam öyküsü şeklinde yazarak -böyle bir estetik deneyim sayesinde- aslında “nostaljinin bütün izlerini ve zehrini üzerinden silmeye çalışarak iyileşme (s.290)” sürecini anlatıyor. Bununla birlikte yazar Ece Beyhan’ın hayatına dokunmuş kişiler de kendi geçmişleriyle yüzleşiyor.
Hep Sondan Başlar romanı on bölümden oluşuyor. Her bölümde anlatıcılar değişiyor. Bölümler kronolojik şekilde anlatılmadığı için yapbozun parçalarını birleştirmek romanın sonuna kadar sürüyor. Romanın sonunda okur, hayatımıza giren bir kişinin bile yaşamımızı, daha net bir ifadeyle kaderimizi ne kadar etkilediğini anlatmış oluyor. Romanın büyüsünü bozmamaya çalışarak her bir bölümün arınma ile olan ilişkisinden biraz bahsetmek istiyorum:
Bir Şairin Marlonlu ve Birkaç Hatıralı Günlüğü, akademisyen şair Suat Miray’ın 5 ve 8 Kasım 1989 tarihlerine ait günlüklerinden oluşur. Burada Suat, “Demek ki hiçbir anı tek başına değildir. Hiçbir iki kişi aynı anıya sahip olamaz.(s.40)” diyerek anıların kurmaca yönünü vurgular. Bu bölümde ayrıca Suat’ın şair yönü ile ilgili çıkarımlarda da bulunuruz. Annesi için bile “annem” değil, “Anne artık yok. (s.57)” diyen anne sözcüğü ardından gelen iyelik eklerini dahi ayrı yazan Suat, yaptığı geriye dönüşlerle geçmişi ile yüzleşir, lise yıllarında yaşadıklarını anlatır bu bölümde. Suat’ın kadınlara yaklaşımı annesi ile ilişkilendirilerek Freud temelli açıklanabilir sanırım. Bu bölüm bir anlamda Suat’ın hem kendine hem de okura iç döküşüdür.
Uzak Geçmişteki Sevgiliye Biraz Tehirli Bir Mektup Ece’nin yazdığı bir mektubu bizlere gösteriyor. Bu bölüm bana Stefan Zweig’in Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu[3] adlı novellasını çağrıştırdı. Oğlunun ölümü üzerine intihar etmeye karar veren bir kadının kendisinin ve oğullarının varlığından bile haberi olmayan bir yazara duyduğu tutkulu aşk, mektup şeklinde anlatılır bu novellada. Tevfik Fikret’in mezarı başında tanıştığı Suat’a o an ondan defalarca dinlediği Fikret’in “Sen Olmasan” şiiriyle âşık olan Ece’nin yazdığı mektup duygu yoğunluğu ve aşkın tutkusunu anlatması bakımından Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu ile epey benzeşiyor. “Alelâde bir kadın olmak istedim onun yanında. Sadece gülen, sevişen ve şiir “dinleyen”. Ona ne iş yaptığını sormadım, o da bana sormadı. Zaten neredeyse hiç konuşmadık. Fikret’i ezberden okuması ve en derinine kadar ruhumu okuyabileceğini iddia eden bakışları yeterdi.(s.64)” cümleleri Zweig’ın anlatımını çağrıştırıyor. Burada mektup yazma bir arınma aracı olarak düşünülebilir.
Kırk Yıl Arayla İki Mahrem Buluşma bölümünde, Patrick Süskind’in Koku romanındaki “tüm insancıl duygulardan yoksun, yalnızca kokulara karşı görülmedik ölçüde duyarlı, istediği kokuları üretebilmek için cinayet işlemekten bile çekinmeyen Jean-Baptiste Grenouille’ye” [4] benzeyen Timur’u görüyoruz. Bu benzerliği Timur’un sürekli alışveriş yaptığı parfüm uzmanı da fark etmiş olmalı ki, Timur’a Koku romanını hediye ediyor. Bir leitmotif şeklinde tüm roman boyunca Timur kokulara duyarlılığını okuyoruz. Her şey kokusuyla vardır Timur için. Parfümlerden, genelevde birlikte olduğu kadınların kokusuna kadar her şeyin kokusunu, okura dahi hissettirir Timur. “Aklıma geldikçe partiden apartmana bütün kokular burnuma doluşuyor, istifra edecek gibi oluyordum. (s.104)” cümlesinde olduğu gibi Timur ve koku hep bir aradadır; belki de koku Timur’un bir çıkış noktasıdır.
Belaltı’ndan Bellek Çöplüğüne bölümünde Mert’i tanırız. Mert’in kimliğini kabul ettirme sürecinin sancılarına, Kars’ta geçen çocukluğunun sayfalarının aralanmasına, annesiyle olan ilişkisindeki sorunları kendi kafasında çözümlemesine, akademik dünyayı eleştirse de içinde var olmayı seçişine ve diğer karakterler gibi geçmişle yüzleşme yoluyla yine bir nevi arınma hissi yaşamasına şahit oluruz.
Milano’dan Londra’ya Bir Aşk ya da Kısaca Fil bölümü benim en çok etkilendiğim bölümlerden birisi. Bu bölümü romantik bir film izler gibi okudum. Zerrin, çocukluğundan başlayarak yaşamını, anılarını aktarıyor bizlere. “Dil hakikaten ne çok değişiyor. Bunlar tabii ki yaşlanmanın da ifadesi. (s.137)” diyen Zerrin, “mütemadiyen, umumiyetle, iştirak, riyakâr, mütecaviz, tebdilihava” gibi yaşına uygun sözcükler kullanıyor. Ayrıca Bülbülü Öldürmek filminden hayranlık duyduğum Gregory Peck’in oynadığı başka bir filme, –Roma Tatili’ne– yapılan gönderme, bende o filmi izleme isteği uyandırdı. Zerrin’in kendini yeniden yaratması ve böylece uygun görmediği bir yaşam biçiminden ayrılıp arınması tüm kurguyu başka bir boyuta taşıyor ve romanda vurgulanan katharsis temasıyla uyum sağlıyor. “Şimdi sarı kapağı iyice eskimiş, sayfalarının içlerine kadar sirayet etmiş. Sanki o da yaşlanmış, hatta hasta olmuş. Acaba bir kitap ne zaman ölür? (s.140)” dediği anı defterine geçmişini yazması da katharsis temasını destekliyor.
O Şairin Aşk Tutmalı ve Fena İntibâlı Birkaç Hatırası Daha’da Suat 1992’de üç gün boyunca yaşadıklarını anlatmış. “İyi bir şiir çevirisi, şiir yazmaktan da zordur. O şiire ve şairine düzenlenen kutsal bir törendir.(s.188)” gibi cümleler Suat’ın ciddi bir biçimde şiir üzerine kafa yorduğunun ayrıca şiir yazarak arınmaya çalıştığının göstergeleri. Şiir yazma sürecini ve iç hesaplaşmalarını şiire yansıtması da dikkat çekici: “Düşlerimden düşerim/ Kimse yakalamaz beni/ Düşününce düşlerim/ Düşledikçe düşerim/ Düştükçe düş eşiğim/ Tek düşlerle gelir düş-eşim/ Düş cambazıyım ben. Belki düşünce de düşlerim olabilir. Düştüğünde düşleyen cambazım ben. Düşününce değil. Düşeşle düş-eş fena değil (s.191).”
Ada, Budala ve Gençlik Kokusu bölümüne Timur’un koku duyarlılığı damgasını vuruyor:“… çocukluğumdan itibaren alışık olduğum kokuların sırasını ezberlemiştim. Sabah kahvaltısının kızarmış ekmekli, fırından yeni çıkmış börekli kokuları, anneannemin öğleden sonra çayı için her gün taze pişirilen kurabiyelerin kokusu, karanlık bastırırken yine bir suare daveti için dışarı çıkan annemin parfümünün ve babamın kolonyasının kokusu… Sonra benim başımı döndüren gece yarısının kadın kokuları.(s.213).” Bu bölümde Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Mürebbiye romanına yapılan atıflar ve sonrasında gelişen olaylar, tıpkı bir Yeşilçam filmi gibi dramatik bir aşk hikâyesiyle sinematografik bir şekilde aktarılıyor. Bu bölümde hem sözcüklerle oluşturulan görsellikle o filmi izliyormuşcasına çok çeşitli anlara odaklanıyor okur hem de ve bu sayede kendi nostaljisiyle yüzleşiyor.
Tehirsiz Hatta Oldukça Denk Zamanlı Bir Cevap’ta Suat’ın yazdığı bir mektubu okuyoruz. Suat’ın geçmişi nedeniyle yaşadığı iç hesaplaşma, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanındaki Mümtaz ve Nuran’ının evlenmelerini intiharıyla engelleyen Suat’ın ölmeden önce Mümtaz’a yazdığı mektubu çağrıştırdı bana.[5] Bu bölümde şair Suat’ın aşkı tarif ettiği bölüm oldukça etkileyici : “… genelde hayat bir bütündür benim için. Bütünden kafamı kaldırmamaya çalışırım. Hayatı bir bütün olarak görmek, tam neyin zıddıdır, bilir misin? Haydi tahmin et! Aşkın tam zıddıdır, a-ş-k-ı-n. Eminim, daha önce kimse sana aşkı bu şekilde anlatmamıştır. (s.238)”.
Geçmişle Konuşma bölümünde bazen sözle ifade edilemeyenler yazı ile daha rahat ifade edilir anlayışıyla aynı ev içinde e-posta yoluyla yazılan mektupları okuyoruz. “Geçmişle Buluşma!” başlıklı yazışmada geçmiş, tarih, nostalji, otobiyografik romanın yazımı, hayatımıza giren insanların hayatımızı nasıl şekillendirdiği, trendeki kompartımanlar misali anılarımızın birbiriyle bağlantısı hakkında aslında iki roman yazarının görüşlerini öğreniyoruz. Yazar Taçlı Yazıcıoğlu, yazdığı bir denemede Amerika’da bir dönem nostalji hastalığına yakalananları iyileştirmek için tedavi merkezlerinin kurulduğunu ifade etmiş. Burada, “geçmişte olanı geçmişte bırakmak (s.290)” gerektiği sonucuna ulaşılıyor ve romanın başkahramanı belki de otobiyografisini yaratmanın etkisiyle estetik düzlemde de bir katharsis yaşıyor.
Postmodern anlatılarda yazarlar bazen bir roman karakteri olarak eserine sızar. Aynı zamanda akademisyen olan Taçlı Yazıcıoğlu’nun yarattığı Tunç’un ve Ece’nin yazar, Suat ve Mert’in ise akademisyen oldukları düşünüldüğünde yazarımızın kurmaca bir karakter olarak eserinde kendisine yer verip vermediğini düşünmedim değil.
Taçlı Yazıcıoğlu’nun Hep Sondan Başlar romanı hem konusu, hem de kullanılan anlatım teknikleri ile bu yıl okuduğum en iyi romanlardan biri oldu. Romandaki her karakter ayrı bir roman konusu olabilecek özellikte. Herkesin kendinden bir şeyler bulabileceğini düşündüğüm bu romanı tüm edebiyatseverlere tavsiye ederim. Yazarın ikinci romanını sabırsızlıkla bekleyeceğim.
[1] Ahmet Cevizci, Felsefe Terimleri Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul 2000, s. 192.
[2] Taçlı Yazıcıoğlu, Hep Sondan Başlar, İletişim Yayınları , İstanbul 2019.
[3] Stefan Zweig, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2018.
[4] Patrick Süskind, Koku, Can Yayınları, İstanbul 2018, arka kapak yazısı.
[5] Ahmet Hamdi Tanpınar, Suat’ın Mektubu, Hazırlayan Handan İnci, Dergâh Yayınları, İstanbul 2018.
(6) Taçlı Yazıcıoğlu, Nostaljiye Vefa Daha Ne Kadar?, Birikim Güncel, 2017.