Düş Kesiği ile 2010 yılında Oğuz Atay Roman Ödülü’nü alan Güray Süngü, 2014’te Necip Fazıl Kısakürek adına ilk defa düzenlenen yarışmada “Hiçbir Şey Anlatmayan Hikâyelerin İkincisi”[1] ile de hikâye ödülüne layık görüldü.
Ödül sonrası bir röportajında “Beni ağrıtmayan hiçbir şey hakkında cümle kurmuyorum. Beni ağrıtan şeyler hakkında kurduğum cümleler de bunlar.” demiş Süngü. “Nedir size cümle kurduran şeyler?” sorusunu da şu şekilde cevaplamış:
En basit haliyle şöyle diyebilirim; elimizi ağrıyan yerimize götürürüz. Yani başımız ağrıyorsa dizimizi tutmayız.(…)Dünyanın acıları var, onlara bakıp hikâye şiir yazılamaz mı yani, denebilir bana. Cevabım; hayır yazılamaz. Bir savaş coğrafyasına bakıp da şiir yazılamaz. Bakarak olmaz. Oturabildiğin yerde oturabilmeye devam ederek olmaz. Bu, bizi sahtekâr yapar. İçimizi delen şeyden çıkar hikâye, bakıp da gördüğümüz şeyden değil.[2]
Kitap; Hiçbir şey anlatmayan hikâyelerin birincisi, Biliyorum hayat yeniler kendini, Çember, Duvara bakan adama bakan adamlar, İstanbul hatırası-2009, Toprağın üstünde, Kılık, Yara kabuğu, Rüzgârgülü, En güzel yüzün, K… adlarını taşıyan on bir öyküden oluşuyor. Hiçbir Şey Anlatmayan Hikâyelerin İkincisi adını verdiği, isminden dolayı hiçbir şey anlatmıyormuş gibi düşünülmemesi gereken öykü kitabında “içini delen” hangi “şeyleri” nasıl anlatıyor acaba Güray Süngü? Metinlerarasılık bağlamında nelerden faydalanıyor?
Albert Camus’nün varoluşçu felsefeye dayanarak yaşamın anlamsızlığına, saçmalığına vurgu yaptığı “Yabancı” romanı şu cümlelerle başlar: Anam ölmüş bugün. Belki de dün, bilmiyorum. Huzurevinden bir telgraf aldım: “Anneniz vefat etti. Yarın kaldırılacak. Saygılar.” Bundan bir şey anlaşılmıyor. Belki de dündü.[3] Hiçbir Şey Anlatmayan Hikâyelerin Birincisi ise öykünün trajik sonunun devamında “Yürümeye başladığında annesini özleyip özlemediğini düşündü. Özlememişti. Bir açıklaması yoktu.(s.14)” cümleleri ile sona erer. Yabancı’nın Meursault’u gibi hayatı akışına bırakmış, çevresine ve kendisine yabancı düşmüş, kendine hiçbir şeyi dert edinmiyor görünen bir karakter anlatılır öyküde. İsmi belirtilmeyen bu karakter, arkadaşı Serdar’ın bodrum kattaki evine gittiğinde ne dağınıklığa tepki verir ne de duvarda gördüğü metnin dramatik sonunu hazırlayacak olan koskocaman çiviye. Paraya ihtiyacı olduğu halde gazetedeki iş ilanlarına bakmak istemez canı. “Kızla tanıştı, memnun oldular. Memnun oldum Seda. Aslında memnun olunmazdı genelde, adet üzere memnun oldum denirdi, hala uygulanan nadir adetlerdendi memnun olmak. (s.10)”. Arkadaşı Selim’in sevgilisi Seda ile tanıştığında Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ındaki Selim’inin tanıdık birilerini gördüğümüzdeki hal hatır sorma seremonisini yadırgayan düşüncelerine benzer öykü karakterimizin düşünceleri. Öyküdeki metinlerarasılık Yabancı ile de sınırlı değildir görüldüğü gibi.
Biliyorum hayat yeniler kendini’de amaçsızlığı ile yine Meursault karakterini çağrıştıran “görünürde problemsiz”, “hayatında hiçbir şeyi önemsemeyi becerememiş” hayatı rutin olarak yaşayan bir karakter ile karşılaşıyor okur. Yazar, hiçbir şeyden memnun olmayan, haberlerde defalarca gördüğü ölümlere bile kayıtsız kalan seyirci konumundaki yüzyılımızın insanını çok güzel anlatmış. Bu öykü, bağımsız olarak da okuyabileceğimiz bir sonraki Çember öyküsü ile tamamlanıyor sanki. Karakterin otobüse binmesi, iş ortamı, rüyaları, kâbusları Çember’in devam öyküsü olduğunu düşündürüyor. Orhan Pamuk’un “Oedipus Kompleksi” temeline dayalı Kırmızı Saçlı Kadın’ındaki babayı öldürme teminin karşılığında bu öykünün karakteri, Firdevsi’nin Şehnamesi’ndeki Rüstem’in oğlu Sührab’ı öldürmesi gibi henüz doğmamış çocuğunu öldürür. Karısını öldürdüğü alet olan balta dolaylı da olsa Suç ve Ceza’nın Raskolnikov’unu hatırlatır.
Duvara bakan adama bakan adamlar öyküsünün adı ilk olarak Zeki Alasya ve Metin Akpınar’ın oynadığı Nereye Bakıyor Bu Adamlar filmini çağrıştırsa da öykü tamamlandığında okur metinlerarasılık bağlamında yazarın gelenek olarak beslendiği Oğuz Atay’ın Beyaz Mantolu Adam öyküsünü mutlaka anacaktır. Ayakkabı boyacısı çocuk, kayıtsız kalmakta başarılı emekli bürokrat, toplumun değişik kesimlerinden kadınlar, ipsiz sapsız genç ile bir Türkiye panoraması çizmiş Süngü. Seyir merakı, bir şeyin aslını astarını bilmeden yaptığımız yorumlar, toplumsal duyarsızlık gibi temler etrafında döner öykü. Yüzü duvara dönük, uzun boylu, şapkalı bir adama boyacı ayakkabılarını boyatmak isteyip istemediğini sorar. Cevap gelmeyince adamın dilsiz, sonra deli, sonra da yolunu bulup zengin olan biri olduğu düşünülür. Öykünün sonunda bir gülümseme oluşur okurun yüzünde. “Adamın birinden sigara istedi, sonra başka birisinden sigara istedi, sonra başka birisinden sigara istedi. Kimse sigara kullanmıyordu. Herkes sigarayı bırakmıştı. (…) Aslında böyle değildi, vermiyorlardı mesele buydu, sigara kullanıyorlardı ama değil sigara, boyacıya cevap bile vermeden basıp gidiyorlardı.(s.36)” bölümü toplumsal eşitsizliğin etkileyici olarak anlatıldığı bölümlerden biri.
Türk ve dünya edebiyatında baba-oğul çatışması sıkça işlenen konulardandır. Kafka’nın babasıyla olumsuz ilişkisini bilmeyenimiz yoktur. Dönüşüm’deki baba karakteri oldukça serttir. Hamamböceğine dönüşmüş Gregor Samsa’nın ölümüne sebep olur mesela baba savurduğu tekmeyle. Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken kitabında yer alan Babama Mektup öyküsü, bu öyküye çok benzeyen Yekta Kopan’ın İyi Uykular ve Sarmaşık öyküleri de baba- oğul çatışması üzerine kurgulanmıştır. Yine Orhan Pamuk’un Nobel konuşması Babamın Bavulu’nda da baba oğul çatışması kendini hissettirir. Kırmızı Saçlı Kadın romanında bu çatışma romanın anasorunsalı haline dönüşmüştür. “Psikoloji, baba-oğul çatışmasının temelinde, babanın çocuğunu “yaşamının bir uzantısı” olarak görmesi olduğunu söyler. Çocukluk yıllarında buna herhangi bir itirazı olmayan evlat, yaşı ilerledikçe kendi kişiliğini kanıtlamaya yönelir. Sigmund Freud’un ortaya attığı “Oedipus Kompleksi” kavramı da bu çatışmayı cinsel bir temele dayandırır: Oğul, annesini kazanabilmek için bilinçaltında babasını yenmesi gerektiğini düşünmektedir. Özetle, bir erkeğin kimliğini ispat etmesi için bilinçaltında “otorite,” “kanun” ve “iktidar” gibi kavramlarla eşleşen baba figürünü alt etmesi gerekmektedir.” diyor Emre Karacaoğlu Roman Kahramanları dergisinin Nisan/Haziran 2012 sayısında. Toprağın üstünde öyküsünde, sekiz yaşındayken annesini kaybeden karakter daha öykünün başında patronuna rest çeker ve işi bırakır. Sonradan sürekli kendisine “aptal oldun sen” diyen babasını hatırlar. Babasıyla roller gereği zaman geçirir ara sıra. Babasının ölümü sonrası gerçekleşenler yine Albert Camus’nün Meursault’un annesinin ölümü ardından gerçekleşen seremoniyi anımsatır.
Kılık, çok mu iddialı olur bilmiyorum ama benim şimdiye kadar okuduğum en iyi öykülerden biri. Yazar, anlatmak istediği “mesele”yi çok ustaca kurgulamış. Daha öykünün adı ile başlıyor bu ustalık. “Bakanın gözlerini alacak kadar güzel lacivert bir takım elbisem var. Ne zaman aldığımı, onu ilk hangi tarihte ve ne amaçla giydiğimi hatırlamıyorum (s.59)” cümleleri ile merak uyandırıcı bir biçimde başlıyor öykü. Sonradan kahraman anlatıcının takım elbiseyi on iki yaşından itibaren değiştirmeden her gün yirmi iki yıl boyunca giydiğini öğreniyoruz. Bir bankada bölüm şefliğine yükselen anlatıcının çalıştığı yerde Hande adında bir kız işe başlar. “Pırıl pırıl bir takımı vardı onun da, görür görmez çarpılmıştım takımına. Özel görünüyordu, tıpkı benim elbisem kadar özel görünüyordu, belki bu yüzden iyi anlaştık, çabuk kaynaştık. (s.61)” Kıyafetin- takım elbise-, bir metafor olarak derin anlamlar içerdiğini anlamaya başlıyoruz yavaştan. “… ben gidiyordum işe, günaydın diyordum herkese. Bölge müdürüyle konuşuyordum gün içinde, eşine selamlarımı yollayarak kapatıyordum telefonu. Herkes beni sevsin istiyordum, genel müdür beni sevmek için bana biraz daha şans verse diyordum. Tam gösterememiştim kendimi henüz ona. Sonra gösterebildim tabii. Hande’yle bir çocuğumuz oldu. Rasimcan adını koyduk bebeğimize. Genel müdürümüzün adı Rasim’di(…)(s.63)” İnsanların takındığı maskeyi simgeliyor kıyafet. Karı kocanın üzerine giydikleri bu “kıyafet” onları işlerinde terfi ettirir. Bir gün çaycılığa Kezban adında üniversiteden kovulmuş, sonradan bıçaklama suçuyla hapiste yatmış Kezban’ı alır anlatıcımız. Aslında kendini rahatlatmak için sus payı verir vicdanına. İşte Kezban işyerine geldiği yedinci günden itibaren anlatıcının lacivert takım elbisenin üst düğmesini kopararak maskeden sıyrılmasını sağlar. Kezban müdürün vicdanına dönüşür. Öykü aslında 28 Şubat yergisidir. Bu süreçte üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağına tepki olarak demokrasi adına her düşünceden birçok öğrenci siyah kurdele takma eylemi gerçekleştirmiştir. Bu süreçte hiçbir şey olmamış gibi yaşayanları ve bunun vicdanen rahatsızlığını yıllar sonra duyanları temsil ediyor müdür. Öyküde yakalara takılan bir metafor olarak kullanılan “beyaz mendil” başörtüsünü temsil ediyor. Kezban da süreçte beyaz mendil takarak arkadaşlarına destek olduğu için üniversiteden atılan bir kahramana dönüşür anlatıcının vicdanında sonradan. “Elbisemin yerine paltomu giyiyorum bu sıralar, zaten başka bir kıyafetim yok. (s.67)” cümlesiyle birlikte yazar Gogol’a palto-manto çağrışımıyla da yine Oğuz Atay’a selam gönderiyor.
Rüzgârgülü’nde annesince zekâ geriliği olduğu düşünüldüğü için böyle öğrencilerin okulunda okutulan, sonraki başarılarıyla üniversite kazanıp okuyan bir gencin öyküsünü anlatmış yazar. Üniversitede kendisinden bir üst sınıfa giden Mahmut ile dostluk kuran genç, neyi protesto edeceklerini bile bilmeden protesto kararı alır arkadaşıyla. Vakit geldiğinde okulların kapandığını fark eder iki genç. Nahif bir anlatımı var nahif karakterleri gibi bu öykünün. Dostluğun anlatıldığı Robin Williams filmleri tadında umut dolu bir öykü Rüzgârgülü.
“Dazvin aba bitrei zuzei, chad gadya, chad gadya” [4] epigrafıyla başlayan En güzel yüzün öyküsü, Yara Kabuğu ile bağlantılı okunabileceği gibi bağımsız da okunabilecek bir öykü izlenimi veriyor. Anlatıcı, Yara Kabuğu öyküsünde yüzü parçalanmış ve sonrasında sevgilisince terk edilmiş ve geçmişini hatırlamayan genç olarak düşünülebilir.
Kitabın en hacimli öyküsü “K…” ile Güray Süngü, hayatta durduğumuz taraf dışında diğer tarafın gözüyle olaylara bakma imkânı sağlamış. Haklı ve haksız kavramlarının felsefi düzlemde tartışmaya açılacağı, başka türlü düşünebilmelere kapı aralayan aslında “insan” olmayı irdeleyen hem kurgusuyla hem anlatımıyla muhteşem bir öykü olmuş K… Ülkede seçimlerimiz/ seçemeyişlerimiz doğrultusunda yaşarken tesadüfler/ planlananlar/ kader bazen hepimize çok farklı hayatlar sunar. İç burkan, postmodernizmin bölünmüş gerçeklik anlayışını öne çıkaran bir öykü K… Küçürek öykü tadındaki finali de hafızalara kazınacak cinsten:
“Kimlerdendin sen o çatışmada.
Ben mi?
Ölenlerdendim efendim.(S.123)”
Kitabın adıyla tezat teşkil eden on bir öykü kaleme almış Güray Süngü, okura çok şey anlatmış. Röportajda dediği gibi içini delen “şey”leri konu edinmiş, hiçbiri yapay değil öykülerin. Değindiği birçok örtülü mesele bugün bile tam olarak oturulup sağduyulu şekilde tartışılamıyor. Yazarların asıl görevi çözüm üretmek değil sorunlara. Bireysel ve toplumsal yaraları gözler önüne sermek, sanat yoluyla daha insani bakış açısı oluşturabilmek, kurmaca düzlemde de olsa empati yapılabilmesini sağlamak bence. Tabii bir de bütün bunları estetik bir düzlemde gerçekleştirmek. Süngü, Hiçbir Şey Anlatmayan Hikâyelerin İkincisi ile dili titizce kullanarak, olayları dramatize etmeden, sağlam bir şekilde edebî gelenekten beslenerek yüksek farkındalıklı öyküler üretmiş.
[1] Güray Süngü, Hiçbir Şey Anlatmayan Hikâyelerin İkincisi, Okur Kitaplığı, İstanbul, 2017.
[2] https://www.star.com.tr/necip-fazil-odulleri/elini-agriyan-yuregine-goturmektir-edebiyat-haber-963189/
[3] Albert Camus, Yabancı, Çeviren: Vedat Günyol, Can Yayınları, İstanbul 2010, s.15.
[4] İbranice geleneksel bir şarkıda yer alan dizelerin anlamı şöyledir: Babam almıştı onu bana sadece iki paraya. Kuzucuk! Ah kuzucuk! https://siirlesarkilarla.wordpress.com