“Hayat belki de gecikmiş karşılaşmaların büyüsü üzerine kuruludur.” cümlesi yer alıyor Mehmet Güreli’nin Bedrufi’nin Nefesi adlı kitabının arka kapak yazısında. Jack London’un 1909 yılında kaleme aldığı yarı otobiyografik özellikler gösteren romanı Martin Eden[1] ile karşılaşmam benim için gecikmiş bir karşılaşma. Belki de bu gecikme metnin büyüsünü artıran unsurlardan biri oldu benim için.
Kitabın birçok çevirisi mevcut. Ben, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Levent Cinemre çevirisinden okudum Martin Eden’i. Ardından çevirmenin katıldığı birçok programı izledim. Cinemre, yazarın altı kitabını çevirmiş ve Jack London’un ruhuna bürünmüş adeta. “Eğer yazar kendi yarattığı âlemin Tanrısıysa çevirmen de onun peygamberidir. Çevirmen Tanrının laflarını başkalaştıramaz, azaltamaz, çoğaltamaz.”[2]diyor bir programda Cinemre. Şunu belirtmem gerekiyor ki “Alice’in arabasıydı herhal,” dedi kadın. “Karanlıkta göremedi zaar.” (s.36)” örneğinde olduğu gibi yeri geldiğinde ortamın ruhuna uygun sözcük seçiminde çevirmenlik tasarrufunu kullanıyor. Nitekim “zaar” sözcüğü bize bir yerlerden gülümsüyor. “Levent Cinemre ile Ölümünün 100. Yılında Jack London”[3] programında Amerika’daki üniversitelerde London’un tüm eserlerinin komisyon çalışması ile dipnotlu şekilde hazırlanmaya başlandığını, kendisinin de Martin Eden’da bunu yapmaya çalıştığını belirtiyor Cinemre. Çevirmenin bu konuda ne kadar başarılı olduğunu belirtmek isterim. Martin Eden romanında onlarca eser ismi, onlarca bilim adamı, din adamı, filozof, sanatçı ismi, birçok da kavram geçmekte. Kitabın arka bölümünde yer alan metin ile ilişki kurularak özenle hazırlanmış 145 dipnot eserin anlamını çoğaltıyor, okura farklı bakış açıları sunuyor. Romanda Martin Eden’in ümitlerinin kırıldığı, tam yazmaktan vazgeçtiği bir an vardır. Sefil bir hayat sürerken “White Mouse “adlı dergiden öyküsünün 40 dolar karşılığında kabul mektubu gelir ve 74. dipnotta çevirmenin açıklaması şudur: Jack London altın aramak için Kanada- Klondike’da gider ama hastalanır ve geri döner. Babası ölmüştür. Ailenin geçimi konusunda kendini sorumlu hisseder. Ama Klondike’da bir karar vermiştir: Yazar olacaktır. Günde on dokuz saat çalışarak yazdıklarını çeşitli dergi ve gazetelere göndermeye başlar. Reddedilir. Yazıp göndermeye ve reddedilmeye devam eder. Sonra hikâyeleri yavaş yavaş kabul edilmeye başlar. İlk sattığı hikâyelerden son derece az para kazanırken sonunda bir dergi “A Thousand Deaths” adlı hikâyesini kırk dolara satın alır. Hikâyeyi satın alan derginin adı Martin Eden’daki White Mouse(Beyaz Fare) ile ilginç bir karşıtlık içindedir: Black Cat (Siyah Kedi). (s.499)
Gelelim Martin Eden romanının türüne. Martin Eden, bir aşk romanı mıdır, sınıfsal çatışma romanı mıdır yoksa bildungsroman denilen oluşum romanlarının bir alt türü küntslerroman mıdır? Şimdi bundan bahsedelim biraz.
Martin Eden, bir aşk romanı havasında başlar. Kendini bildi bileli denizcilikle uğraşan ilkokul ikiden sonra eğitim almamış Martin Eden, burjuva sınıfından Arthur adlı genci bir çete kavgasından kurtarır. Genç de onu ailesi ile tanıştırmak için yemeğe davet eder. Martin, eve adım attığı andan itibaren kendini hiçbir zaman ait olamadığı bir dünyada bulur. Arthur’un ablası Ruth ile tanışır ve ona âşık olur. Ruth da bu güçlü kuvvetli, uzun boylu ve yakışıklı gençten hoşlanır. Bizim Yeşilçam filmlerindeki gibi zengin kız fakir oğlan filmi izler gibi Martin ile Ruth kavuşabilecek mi, zengin kızın ailesi bu aşka nasıl engel olacak gibi soruları merak ederek metni okuyabilir okur. Zaman zaman Martin’e zaman zaman da Ruth’a kızabilir roman içinde kavuşmanın önünde çıkardıkları engeller için.
Peki, Amerika’nın sınıf çatışmalarını anlatmak için mi yazılmıştır bu roman? Romanın başlarında sınıfsal ayrımı Martin ve Ruth ismindeki karakterler üzerinden anlatmaktadır London. Martin, burjuva bir ailenin kızı olan Ruth’a aşık olmuştur ve onun kalbini kazanabilmek adına da başta özendiği burjuva sınıfına dahil olmak için çok şeye katlanacaktır roman boyunca. Romanın bir bölümünde Martin Eden çamaşırhanede Joe adında bir genç ile insanüstü bir çabayla çalışmasına, bu fazla çalışmaya rağmen oldukça düşük ücretler almalarına vurgu yapılır. Martin’in, evinin bir odasında kiracı olarak kaldığı Maria da evinde çamaşır yıkayarak geçimini zor şartlarda sağlar. Romanın sonlarına doğru Martin, Ruth’u evine bırakırken Ruth’un kardeşi Norman’ı görür ve kendi kendine şunları söyler: Ah şu burjuvalar! Meteliğim yokken kız kardeşine uygun görmüyordu. Bankada hesabım olunca, kızı bana kendi ayaklarıyla getirdi.(s.462) Romanda burjuva sınıfını Ruth Morse’un ailesi ve çevresi temsil eder ve eserde iki sınıfın hayata bakış açıları sergilenir. Romanı bu açıdan okuyan okur kendine göre haksız sayılmaz.
“Martin o sabah birkaç hafta önce kafasında tasarladığı ve o günden bugüne yazılmak için ısrarlı bir yaygarayla kendini rahatsız edip duran bir hikâyeye başladı. Belli ki hareketli bir deniz hikâyesi, gerçek dünyada ve gerçek koşullar altında yaşayan gerçek karakterlerin yer aldığı bir aşk hikâyesi, bir yirminci yüzyıl macerası olacaktı bu. Hikâyenin akışının ve seyrinin altındaysa yüzeysel okurun asla fark edemeyeceği, ama bir yandan da bu tür okurun bile ilgisini ve keyfini asla kaçırmayacak başka bir şey olacaktı. (s.369)” Romanın 37. bölümünde London, biz okura yazdığı Martin Eden romanıyla ilgili ipuçları verir bu cümlelerle aslında. Cinemre çevirisinin arka kapak yazısında yer alan şu cümle bu romanın türü hakkında bilgi verir: London, romanı bir sanatçının çıraklıktan olgunluğa geçiş sürecini işleyen Künstlerroman geleneğinde yazılmıştır.
Peki nedir bu Künstlerroman? Bir insanın kişiliğinin oluşmasını, iç dünyasında ve somut yaşantısındaki gelişmeleri sergileyerek gençliğinden başlayarak, yanılgı ve doğruyu bulma aşamalarını ve karşıt yaşam ilkelerinin diyalektik etkileşiminden doğan yaşam kesitlerini içerir[4](en) oluşum romanı da denilen bildungsromanın bir alt türü, özel bir çeşididir. Küntslerroman, “sanatçı romanı”dır. Bu romanlarda bir sanatçının, yani bir yazar, ressam veya müzisyenin yetişme, kendi sanat potansiyelini tanıma, sanatta ustalaşma ve kendisini çevresine veya sanat dünyasına kabul ettirme süreci ele alınır. [5]
Martin Eden, burjuva sınıfından Ruth’a âşık olduğu için başlangıçta kendini geliştirmeye çalışsa da sonradan yazma onda tutkuya dönüşecektir. Günlerini halk kütüphanesinde geçirmeye başlar Martin. Başlarda okuduklarından pek de bir şey anlamaz ama yılmadan okumaya devam eder. Marx’ı, Nietzsche’yi ve birçok yazarı tanır. Yazar olmayı kafasına koyar. Yazarak zengin olunacağını düşünmeye başlar. Hayatını devam ettirebilmek için çalışmaya devam ederken, bir yandan da makaleler, hikâyeler ve şiirler yazar. Yazdıkları gazete ve dergi editörlerince geri çevrilir. O kadar ki Martin Eden editörlerle ilgili şunları düşünür: Öbür uçta kanlı canlı bir editör yoktu, kesin… Çarklardan, dişlilerden, yağdanlıklardan ibaret bir şey, otomatlar tarafından işletilen akıllı bir mekanizma vardı sadece. Hatta umutsuzluk noktasına yaklaştığı aşamalarda dünyada editör diye bir şeyin olup olmadığından şüphe etmeye başladı. Şimdiye dek bir editörün varlığına dair tek bir işaret almamıştı; bütün yazdıkları reddedilirken hiçbir gerekçe gösterilmediğinden, editör denen şeyin, müstahdemler, dizgiciler ve matbaacılar tarafından üretilmiş ve onlar tarafından sürdürülen bir mitten ibaret olduğu fikri bile artık gayet makul geliyordu ona. (s. 232)
Ruth’un edebî eser kriteri eserin satıp satmaması ile ilgilidir: Onlar, yani profesörler edebi hükümlerinde haklıydı, çünkü başarı kazanmışlardı. Martinin edebi yargılarıysa yanlıştı, çünkü yazdıkları satmıyordu. (s. 235). Martin’i para kazanmasını sağlayacak gazetecilik mesleğine yönlendirmeye çalışır Ruth. Martin ise gazeteciliğin yazarlık becerisini engelleyeceğini düşünür. Gazete ve dergilerde çıkan yazıları inceleyen Martin; Sonuçta gazetede yayımlanacak hikâyelerin asla trajik olmaması, hiçbir zaman mutsuz sonla bitmemesi; üslupta edebilik, düşünsel zenginlik ve duyguda hassasiyet gibi unsurları katiyen içermemesi gerektiğini keşfe(der). (s.284) Maddi manevi her türlü zorluğa katlanır Martin. Yaşadığı sefalet ve mücadele yer yer Knut Humsen’in Açlık romanının tek ideali yazarlık olan kendisine verdiği takma ismiyle Andreas Tangen’i hatırlatır. Martin bildiği yoldan şaşmaz, çok çalışır ve tam ümidini kestiği anda yazıları teker teker yayımlanmaya başlar. Öncesinde de gazetelerde koyu bir sosyalist olduğu düşüncesiyle toplumdan soyutlandığı sırada hem de. Öyle ki ilk kitabı roman olmamasına rağmen kısa sürede büyük satış rakamlarına ulaşır ve yayıncıların yeni taleplerini karşılayamaz duruma gelir. Hatta bir zamanlar hiçbir gerekçe gösterilmeden geri çevrilen şiirleri bile göklere çıkarılır, yüksek telif ücretleri ödenerek yayımlanır. Martin, önceden aynı kişi olduğu halde itibar görmezken yalan haberlerle sosyalist olduğuna inanan Ruth’un ailesi kızına gizli nişanı attırır hatta. Başarıya, üne ve paraya kavuştuğunda önünde saygıyla eğilen burjuva sınıfının ikiyüzlü davranışlarından tiksinmeye başlar Martin. Roman boyunca sürtüşme halinde olduğu, onu sefil zamanlarında açlığa terk eden çevresinin yemek davetlerini geri çevirmez. Leitmotif halinde defalarca şu cümlelere benzer cümlelerle anlatılacaktır Martinin hisleri: Tanrım! O sırada ben açlıktan geberiyor ve giysi diye üzerime paçavralar geçiriyordum diye düşündü. Neden o zaman davet etmediniz yemeğe? Tam zamanıydı oysa. O hikâyeler o zaman yazılmıştı. O işlerim sayesinde bana şimdi yemek yediriyorsunuz; neden ihtiyacım olduğunda yedirmediniz? ( s. 446) Bulunduğu konuma gelebilmek için onca mücadelenin sonunda şöhrete ve servete kavuşmuş ama artık ne o olmak istediği burjuvaya ne de içinden çıkıp geldiği sınıfa ait hisseder kendisini. Martin Eden’ın zihinsel yükselişi, başka bir ifadeyle aydınlanması süreci tamamlanmıştır. Bu aşamaya gelen birçok roman karakteri gibi benzer bir son bekler Martin’i.
Çevirmen Levent Cinemre, katıldığı programda Jack London’un hayat düsturunu Martin Eden karakteri ile de örtüşen onun eserlerinde parçalar halinde bulunan şu dizelerle açıklar:
“Toz olmaktansa küle döneyim daha iyi,
Hep olduğu yerde duran mıymıntı bir gezegen olmaktansa,
Tüm atomları muhteşem bir alevle ışıldayan,
Şahane bir göktaşı olmayı yeğlerim.
İnsanın işi var olmak değil, yaşamaktır.
Ömrümü uzatayım diye günlerimi boşa geçirmeyeceğim.
Vaktimi hakkıyla kullanacağım.”
Yarı otobiyografik özellikler taşıyan Martin Eden, ünlü yönetmen Tarkovski’nin “Bin farklı kişi tarafından okunmuş bir kitap, bin farklı kitaptır.” sözünü akla getiren türde çoklu okumaya müsait bir roman. Nasıl okursanız okuyun ama mutlaka okuyun diyeceğim türden bir roman Martin Eden.
[1] Jack London, Martin Eden, Çev.Levent Cinemre, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2017.
İnternet sitemizden en verimli şekilde faydalanabilmeniz ve kullanıcı deneyiminizi geliştirebilmek için Cookie kullanıyoruz. Cookie kullanılmasını tercih etmezseniz tarayıcınızın ayarlarından Cookie’leri silebilir ya da engelleyebilirsiniz. Gizlilik politikamızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.