Cumhuriyet dönemi edebiyatı eserlerinde çok çeşitli eğilimlerin varlığı kendini hissettirir. Necip Tosun’un Günümüz Öyküsü kitabında belirttiği gibi özellikle 1980 sonrası öykücülüğü arayışlar, kopuşlar dönemidir. Yenilikçilik, arayış, biçimcilik, farklılık, postmodern tutum, düş- gerçek ile hayat-kurgu ikilemi bu dönem öykücülüğümüzün baskın ögeleri arasında yer alır. [1] Öncesinde ise öyküde, romanda olduğu gibi millî- dinî, toplumcu- gerçekçi çizgide eserlerin yanında bireyin iç dünyasının anlatıldığı, varoluşsal sancıların öne çıktığı gözlemlenirken 1980 sonrası öyküde kurgu ve anlatım modernist, postmodernist çizginin verdiği olanaklarla birlikte çeşitlenmiştir.
2008 Haldun Taner, 2009 Yunus Nadi Öykü Ödüllerini alan, on iki öyküden oluşan Ayna Çarpması[2]’nda da Murat Özyaşar’ın hem temalarda hem anlatım biçiminde bir arayış içinde olduğu söylenebilir. Eser, “Anneme; yarıldın beni doğururken, şimdi sıra bende!”; “Kendimi yalnız bırakmamak için bütün gece aynanın karşısında oturdum.(Yaşama Uğraşı,Pavese)” epigraflarıyla başlıyor. Okur bu epigraflarla öykülerde “anne ve ayna”ya sıkça değinileceğini seziyor. Anne ve ayna dışında “baba, kuyu, anadil, geçmişle yüzleşme, yalnızlık, çocukluğa dönüş, iletişimsizlik, varoluş” eserde dikkati çeken kavramlardan. Öykülerde çoğu zaman şiire yaklaşan cümleler dikkat çekiyor. Bu nedenle öykülerin sesini duymak adına çoğu öyküyü yüksek sesle okuduğumu söyleyebilirim.
İtiraf’a, Tutunamayanlar’dan bir alıntı ile başlamış yazar. Öyküdeki karakterlerden birinin adının Selim olması bir rastlantı olmasa gerek. Buradaki Selim’in de bir tutunamayan olduğu düşünülebilir. Selim, siyasi nedenlerle müebbet hapse mahkûmdur. Açlık grevleri atmosferin ağırlığını gösterir. Bir gönül meselesi vardır ortada. Koğuştaki değişiklik karşılığında Selim itirafçı olacak mıdır? Okur cevabını kendi verecek. Özyaşar’ın öykülerinde yarattığı karakterler idealize edilmiş karakterler değildir. Selim de tüm insani duyguları ile yer almıştır öyküde.
Gece Silgisi’nin Kokulu silgi başlığında önceki öykülerdeki topal anlatıcı birçok öyküde olduğu gibi yeniden çıkar karşımıza. Geriye dönüşlerle çocukluğuna gideriz anlatıcının. Dağa çıkmış bir ağabey vardır. Anne oğulun kaldıkları eve askerler karargah kurarlar. Dağa çıkan oğula özlem, Habil ve Kabil’e dayanan kardeş kıskançlığı hissettirilir okura. Mavi gözlü asker ve topal çocuk arasında insani diyaloglar gerçekleşir. Yıllar sonra annenin oğula “Ben oğlumu bir şekere mi büyüttüm?” sözlerinin ağırlığı ile okur kafasında bir kurgu oluşturur. Yoklama defteri başlığında birçok yazara selam göndermiş yazar. Kimlerdir o yazarlar? Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Sevim Burak, Ferit Edgü, Onat Kutlar, Sait Faik Abasıyanık, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ziya Osman Saba, Haldun Taner, Hasan Ali Toptaş. Onları çağrıştıran sözcüklerle anmıştır bu yazarları Murat Özyaşar. Özellikle toplumcu gerçekçi çizgideki yazarlarımızın mesaj kaygısıyla okuyucuyu bir düşünce doğrultusunda yönlendirdikleri bilinen bir gerçektir. Özellikle toplumcu gerçekçi çizgiye yaklaşan bu ilk öykülerde yazarın sadece olanı ortaya koyduğunu, okura herhangi bir mesaj dayatmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Kahraman anlatıcı dediğimiz 1. tekil anlatıcının kullanıldığı Karşılıksız Fotoğraflar öyküsünde karakterin bilinç altı italik olarak aktarılmış okura. Bir taraftan sevgilisi tarafından terk edilen genç adamın acılarına şahit olurken bir yandan da onun iç sesine kulak veririz.
Kış Bilgisi adını taşıyan öykü için metinlerarasılık bağlamında zengin okumalara imkân tanıyan bir öykü denilebilir. “Bütün yolculuklar çocukluğa varmak içindir. (s.49).” Bu cümle öykünün anahtar cümlelerindendir. Öyküye “Takvimlere bakarak kışın geldiği mi anlaşılır?” cümlesiyle başlayan yazar, kuyu metaforunu da kullanarak çocukluğu ile yüzleşecek, kendi kışına dönecektir. “Madem, gitmekten başka gidecek yerim yok, düğmelerimi ilikleyip öylece çıkmalıyım karşıma. (s.49)” cümlesi ile tasavvuftaki tayy-ı zamana benzer bir yolculuk başlar. Çocukluğunda öldürdüğü yılan çıkar karşısına bu yolculukta. “Sol omzumdaki melek iyi çalışıyor.” diyerek günahlarına gönderme yapar anlatıcı ve “kendi uzağına, kendi suçuna” döner. “Gideceğim en uzak takvimdi annem. Döndüğüm en uzak kış. Annem çok uzundu, uzun bir cümle kadar uzundu, git git bitmiyordu. Veda ve vefaydı bana. Bense ona kusur. Annem gölgesiz’di gibi bir şey ya da öyle sandımdı. Sanki çok küçükken kaybolmuş, gidip bir romana kahraman olmuş ya da gazetelere üçüncü sayfa haberi. Sonra sonra bulundu, gelip bana anne oldu. Sahi, sonra kar neden yağmıştı kaaar?” Annemdi beni bu uzağa getiren.” cümlelerinden de anlaşılacağı üzere yazar, Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler romanına açık gönderme yapar ki Gölgesizler’e yapılan gönderme bu kadarla da sınırlı değildir. Alnında ve ellerinde aşiret dövmesinin izini taşıyan, Türkçe bilmediği için utanç kaynağı olan, okul toplantılarında istemediği, ölmesini istediği kara kavruk bir annesi vardır anlatıcının. “Kuyulara ayna tutan” yani çocukluğuna dönen anlatıcı zamanda yolculuğa devam eder. Karlı bir kış günü sınıftadır. Öğretmen çocuklardan annelerinin adını yazmasını ister. Öykünün finalindeki GÜVERCİN/ KEVOK yazımı anadilinden utanan anlatıcının kendisiyle yüzleştiği sahnedir ve yine burada Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesiz’ler romanındaki “Güvercin” karakterine gönderme ile metinlerarasılık sağlanmıştır.
Çift Kağıt, anlatıcı seçimiyle diğerlerinden farklı bir öyküdür. Benim Cem Akaş’ın Y romanında ilk kez dikkatimi çeken, Serkan Türk’ün bazı öykülerinde ve romanı Ausgang‘da gördüğüm “sen anlatıcı”ya benzer bir anlatıcı kullanılmış öyküde. Dışarıdan bir anlatıcı, Duran adı verilen birisiyle postmodernce bir tutuma uygun şekilde sanki yazar Murat Özyaşar’ın diyaloglarını bize aktarır. Öyküde ismi belirtilmeyen karakterin fiziksel tasviri o karakterin Ayna Çarpması kitabının yazarı olduğunu düşündürür. Ortamda Seyfettin Sucu’dan, Kazancı Bedih’ten şarkılar dinlenir, sohbete “Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın…” şarkısı ile devam edilir. Buran’ın anlattığı gerçek hikâyeler de metne zenginlik katmıştır. Kişinin, içerisinden kendi başına çıkmasının mümkün olmadığı “Ezidi çemberi” ifadesi ile öykü karakterinin varoluşsal tasalarına da şahit oluruz.
Kapının Cümle Halleri, Eşik ve Kambur adlarını taşıyan iki bölümden oluşuyor. Kendisine zaman ayıracak kimsesi bulunmayan anlatıcının yalnızlıkla mücadesini okuruz bu öyküde. Geçmişte Hişt Hişt adını taşıyan bir dergi çıkaran yazar, “hişt” sesinin iletişimdeki önemini bu öyküde çok etkileyici biçimde ortaya koyuyor. “… içeri geçebilirsem odamın duvarlarına aynalar gömecek, uzanıp aynamdan öpeceğim kendimi.(s.66)” cümlesi kitabın başındaki Pavese’ten alıntılanan epigrafla paralel bir anlam içeriyor. “Evet evet, çoktunuz. Kalabalıktınız. Yoktunuz. (s.68)” cümleleri modern yaşamın çokluk karşısında bireyi yalnızlaştırdığını anlatır. Yanlışlıkla çaldırılan telefonla heyecanlanan bireyin, kahvehanede yalnız olmadığını ispatlamak için kendi telefonunu araması ve çayını bile bitirmeden oradan ayrılması bireyin yalnızlığını okura iliklerine kadar hissettirir. Öykünün finali de unutulmaz öykü finalleri derlense o derlemeye girecek türden.
Sus Dersleri’nde yazar/ yazar adayı anlatıcı, yüksek sesle kendisi ile konuşuyormuş gibi bir izlenim bırakır. Öykü türünün sınırlarını zorlayan olayın minimum düzeye çekildiği öyküde öykü yazarı olmak isteyen birçok adayın yaşadığı sorunlar anlatılır: “ Şimdiye kadar anlatmayı planladığın tüm olaylar; okuduğun kitaplarda cümle cümle, kurgu kurgu karşına çıkıyordu.(…) Neyi yazmaya kalkışsan, üslubunun nasıl olması gerektiği konusunda bir karara varsan, birileri hep senden önce davranıyor ve sen hep gecikmeleri oynuyordun.(s.74).” Dergilere gönderilen öykülerin yayımlanmama nedenlerinin bile açıklanmadığı bu sektörde yazar adaylarının psikolojisi öyküye yansıtılmıştır.
Kara Sayfa, Kış Bilgisi ile ilintili bir öyküdür. O öyküde adının Kevok olduğunu öğrendiğimiz anneye yeniden rastlarız. Ablasına yıllar sonra misafir gibi giden anlatıcı ablasının bebeğine Kevok adını koyduğunu görür. Öykünün başındaki çaydanlık, anlatıcıya Türkçe dersinde okunan Sait Faik’in Semaver’ini hatırlatır. Ki bu öyküde anlatıcı, annesinin Semaver’in kahramanı Ali’nin annesi gibi namazda vefat ettiğini söyler. Abla kardeş arasındaki yabancılaşma misafire sunulan küp şekerle anlatılmıştır. Kuyu metaforu yine karşılaşırız.
Gömlek, Kefen Sessizliği, Nal İzleri başlıklarından oluşan Kuyu Ödevleri öyküsünde eve/ kendine dönüş oldukça şiirsel bir söylem içinde aktarılmış. “Anne, baba, kuyu, ayna, çocukluk” gibi önceki öykülerde döküp saçtığı sözcükleri bu öyküde yazar yeniden bir araya getirir.
Adı Uzun Hikâye olan öyküyü küçürek/minimal öykü olarak değerlendirebiliriz. Kısacık bir öykü bu öykü ama okur, zihninde bir novella bile yaratabilir bu öyküden:
Uzun zamandır dalgın bakıyordun dünyaya.
Anlat Dediler.
Anlatamam, uzun hikâye dedin. (s.95)
Ayna Çarpması Murat Özyaşar’dan okuduğum ilk öykü kitabı. “Sarı Kahkaha” ile devam ederek yazarın yazın sürecini takip edeceğim kesinlikle. Sus Dersleri öyküsünde şöyle diyor yazar:
Sevgili okur diye başlayacak, evet sevgili okur, okumaktan başka gidecek bir yeri kalmayan okur. Sen, bütün okurların bildiğini bilen okur: Okumak yalnızlıktır. Bu duyguyla eline almış olduğun bu hikâyeyi belki de zevk almak için okuyorsundur. Belki de bilgi edinmek, dünyaya daha başka bir gözle bakmak için ya da ne bileyim uykusuzluğuna çözüm bulmak için okuyorsundur. Belki de birkaç paragraf okuduktan sonra başka başka düşlere dalmak için. Bak, uyutuyor da olabilirim seni. Ama yok yok, belki de her şeyinle kendini yazıya vermiş, hiçbir ayrıntıyı kaçırmıyor, mantık yanlışlarını bulup üslupta özen var mı yok mu diye düşünürken metinler arası göndermeleri yakalıyor, büyük bir zevkle metnin içindeki art metinleri, başka başka göndermeleri akademik bir okur edasıyla arıyorsun. (s.76)
Siz nasıl bir okuma yaparsınız bilemiyorum ama kesinlikle yazarın kalemiyle tanışılması gerektiğini düşünüyorum.
[1] Necip Tosun, Günümüz Öyküsü, Dedalus Yayınları, İstanbul, 2017, s.9.
[2] Murat Özyaşar, Ayna Çarpması, DK Yayınları, İstanbul, 2008.