Dünyada olduğu gibi ülkemizde de korona virüsle mücadele süreci devam ediyor. Yaz mevsiminin gelmesiyle insanımız kontrollü sosyal yaşama uygun şekilde tatil planları yapmaya başladı yavaştan. Valizlerimizin olmazsa olmazlarından biri de kitaplar tabii. İnsanlar genelde tatilde yaşamın yoğunluğundan uzak, çok derin meseleleri konu edinmeyen, biraz macera biraz aşk ağırlıklı romanlar tercih ederler. Yazar Gamze Güller edebiyatını bilmeyen bir okursanız ve tatilde böyle bir okuma planınız varsa “En Çok Onu Sevdim”i [1] ismine aldanıp beyaz dizi tadında bir aşk romanı sanarak valizinize yerleştirmeniz kadar doğal bir şey yok. Ama hiçbir şey göründüğü gibi olmayacaktır.
En Çok Onu Sevdim, bir novella. Ne bir roman kadar uzun ne de bildiğimiz öyküler kadar kısa. Öykü olarak başladığı eserinde Asuman’ın çığlığı öykü standartlarını taşınca novellaya dönüştürmüş Gamze Güller yeniden biçimlendirerek eserini. Mimarlık eğitimi almış epey bir süre mesleğini sürdürmüş olan yazar, katıldığı bir radyo programında eseri ile ilgili şunları söylüyor:
Kentsel dönüşüm meselesi benim çok takıntılı olduğum meselelerden bir tanesi. Biraz da mesleki deformasyon diyebiliriz. Etrafımda gördüğüm çok şey beni rahatsız ediyor. Bunları kaleme almak istiyordum. Asuman da taşındığı evde geçmişin kaybına karşı durmaya çalışıyor ve yaşadığı evde bulduğu nesnelerle ilgili farkındalıkları yükseliyor. Toplum dışına çıkmak pahasına her şeye direniyor. (…) Bu bir geçmiş güzellemesinden ziyade elimizdekinin kıymetini bilip üzerine bir şey koyarak daha iyiye varmak ile ilgili bir anlatı.
Zihnimi biraz kurcaladığımda eserinde kentsel dönüşüme yer veren hem de Ankara’nın otuz kilometre dışında yapılmış toplu konut dairesinde olanca monotonluğu ile hayatını sürdüren Cemil’i anlatan Barış Bıçakçı’nın Sinek Isırıklarının Müellifi düşüyor aklıma. Ama Bıçakçı’nın asıl derdi bu değil. Evet yeşil alanların tahribatı, ruhsuz binaların şehri talanı işleniyor eserde ama Bıçakçı Gamze Güller gibi eserinin ana sorunsalı yapmamış kentsel dönüşümden duyduğu rahatsızlığı. Gamze Güller yarattığı Asuman karakteriyle adeta çarpık kentleşmeye, her şeyin içinin boşaltılmasına meydan okuyor.
Asuman, parlak harflerle “Hayalleriniz Gerçek Olacak!” sloganının yazıldığı Tanıtım Ofisi’ne gider sevgilisi Mete ile birlikte. Satın aldıkları yapı içinde yapay gölet, plastik palmiyeler olacağını hatırlayınca “Oldu olacak tropik kuşlar da çizselermiş” broşürlere diye düşünür Asuman. Okur, daha novellanın ilk bölümünün ilk sayfasında Asuman hakkında fikir yürütmeye başlar böylece. (s.9) Sonraki sayfada ise Mete ile Asuman’ın bakış açılarının ne kadar farklı olduğuna şahit oluruz. “İkisi de aynı keşmekeşe bakıyorlar ama Mete orada bir cennet görüyordu sanki. (s.10)” Örnek daireyi tanıtan görevli, parkelerin Finlandiya, aydınlatma armatürlerinin İtalyan, duvar kâğıtlarının İngiliz, seramiklerin İspanyol, ankastrelerin Alman üretimi olduğunu söyler. “Bu çok uluslu dairede” bize ait hiçbir unsur olmayacaktır. Oysa Asuman bir hikâye peşindedir, geçmişe ait. Bu yeni evin ise onun hikâyesine ihtiyacı yoktur.
Eserin girişine bir not düşmüş Gamze Güller. “Bu kitapta adı geçen bütün kişiler hayal ürünü, bütün nesneler gerçektir.” diye. Güller’in En Çok Onu Sevdim ile ilgili Edebiyat Habere yaptığı söyleşiden de öğrendiğimize göre metindeki gerçek bu nesnelerin hepsinin bir hikâyesi varmış yazarın yaşamında. Çoğu nesne yazara aileden kalmış ya da bir şekilde anlatılmış. Devamında yeni evleri yapılana dek Asuman’ın ve Mete’nin 1957’de yapılmış, asansörsüz, artık arızaların kendini sıkça gösterdiği bir eve taşındığını okuruz. “ Bu eski binada, köhne apartmanların arasına sıkışıp kalmış bu saklı dairede, böylesi bir cennetle karşılaşacağını ummazdı. Gezdikleri onca modern, birbirinin aynı, sıkıcı evden sonra buranın kendine özgü bir dili vardı. (s.16)”şeklinde hâkim anlatıcı gözünden bu satırları okuduğumuzda Mete’nin ve Asuman’ın yaşanılacak mekândaki “cennet” algısının farklılığını anlarız.
“Taşınmak iyidir,” demişti arkadaşı. ”İnsan hayatını temize çekme şansı yakalar. Kendine yer açarsın.” (s.18). Bu cümleler bence novellanın kilit cümlelerinden. Sonrasında Asuman hayatında gerçekten kendisine yer açacak, dairedeki tüm nesneler ile zaman zaman hastalıklı olarak düşünülebilecek, yer yer “mistik bir duygu” eşliğinde ilişki kurmaya başlayacaktır. Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun Bey ve Rakım Efendi’si gibi, Peyami Safa’nın Fatih Harbiye’sindeki Şinasi ve Macit gibi, Gonçarov’un Oblomov’undaki Oblomov ve Ştolts gibi farklı zihniyeti temsil eden iki karaktere dönüşür Asuman ve Mete. Asuman’ın Mete’ye sorduğu soru karşısında aldığı cevap çiftin ne kadar farklı mizaçta olduğunun bir kanıtıdır:
“Çocukluğundan beri sakladığın bir eşyan var mı?” diye sordu bir gün Mete’ye.
“Hayır,” dedi Mete. Uzun uzadıya düşünmesi gerekmemişti bile. Oysa Asuman’ın bütün karneleri duruyordu, çocukluğundan beri tuttuğu defterleri, Kıbrıs’tan alıp da kullanmaya kıyamadığı kokulu kalemleri, annesiyle bir sonbahar günü yolda buldukları atkestanesi, babasının yurt dışından gönderdiği kartpostallar, çocukluk arkadaşlarından gelen mektuplar ve daha pek çok şeyler. (s.19)
Metinde eski ev sahibinden kalma “mavi yüzlü koltuk, kapı zili, ağaç kütüğüne benzeyen çirkin saat…” üzerine fikir ayrılıkları Asuman ve Mete’nin iki farklı karakter olma özelliklerini destekler. Asuman’ın, ”çocukluğuna yeniden döndüğü” bu evi sonradan satın almasına Mete iyi bir yatırım gözüyle bakacaktır. Tüm eski eşyalar Mete’nin elinde kalırken iş arkadaşı Aylin’in yolda kalan arabası bile Asuman’ın elinde can bulacaktır. Çünkü Asuman eşyanın ruhunu keşfetmiştir. Onun ruhundan anlamaktadır, onu duymaktadır:
“Neden hiç müzik dinlemiyorsun artık?”
O zaman evi duyamam,” dedi Asuman. (s.47)
Asuman’ın toplumdan uzaklaştığını, iyice kabuğuna çekildiğini gören iş arkadaşları her şeyi bildiği söylenen bir falcıya götürürler onu. Falcının odasındaki nesnelerin bile ruhuna vakıf olur Asuman ve kadının kanser tedavisi gören oğlu ile ilgili çıkarımlarda bulunur. Sadece evinin eşyalarının ruhu değildir onun anladığı.
“Koku” da Asuman ve Mete’nin farklılığını ortaya koyan unsurlardan biridir. Mete evin bulunduğu binaya ilk girdiğinde eskimişlik kokusu karşısında yüzünü buruşturmuştur. Asuman’a göre ise evin özel kokusu vardır ve o misafirlerin parfüm kokusuyla evin bu kendine has kokusunu bulandırmalarını istemez. Mete “Şu evi havalandır,” dediğinde Asuman buranın en kalıcı anısının koku olduğunu düşünür. (s.83)
Eserde dikkat çeken bir nokta açık uçlu bırakılan Asuman’a rakip olarak gösterilen Mete’nin iş arkadaşı Figen’in de bazı yönleriyle Asuman’a benzemesidir:
“Bu eski evlerin kendine özgü bir büyüsü var değil mi?” dedi aniden. (…) Benim çocukluğum da böyle bir evde geçti. Buraya çok yakın bir yerde otururduk.”
(…)
“Kalabalık bir aile değildik,” dedi kadın. Ama gelen giden eksik olmazdı. Komşular, arkadaşlar… “ Uzaklara daldı gözleri. (s.66)
Asuman’ın kentsel dönüşüm sonucu ortaya çıkan yapaylığa tepkisi iki yerde net biçimde sunulur: İlki Mete’nin ve kendi iş arkadaşlarının geldiği gecede diğeri de evi yıkıp üç kat daha ekleyerek yenisini yapmak isteyen Girişim İnşaat’ın sahibi mimar Gürkan Bey ile birkaç defa yaptığı konuşmada. Kendisi de mimar olan yazar Gamze Güller mimar olarak gördüğü tüm aksaklıkların kılıflarını Gürkan’a söylettirmiştir.
Mimar Gürkan Asuman’ı oturduğu evin depreme dayanaklı olmadığını ileri sürerek ikna edebilmiş midir? Kendi içine kapanarak yaşamını sürdürmeye çalışan, topluma yabancılaşan Asuman’ın Mete ile ilişkisi nasıl bir hal almıştır? Asuman toplumun hastalıklı gördüğü nesnelerle bağ kurma özelliğini dengeleyebilmiş midir? Bu ve buna benzer soruların cevabı metinde yer buluyor.
Gamze Güller, hayatımızın sıradanmış gibi görünen eylemlerine farklı bir anlamlar yükleyerek bunları Asuman karakteriyle bize aktarmaya çalışırken asla sıradan olmayan bir metin yaratmış. Kusursuzun güzel olmadığı düşüncesini anlamamız için “Japon çömlek ustalarının öyküsünü Asuman’a anlattırarak okuyucunun zihninde bir ışık yakmış:
Düzgün, çatlaksız, pürüzsüz yapabilecekleri çanak çömleklerinin bir yerine bilerek bir iz bırakırlarmış. Bir kusur yani. Ona ruh kattıklarını söylerlermiş. Güzellik kusursuzluk değildir. (s.71)
Hayatımızı yemek, içmek, uyumak, gezmek, çalışmak, okumak gibi eylemler arasında kurallar ve dayatmalarla yaşarken her geçen gün kendimizden daha fazla uzaklaştığımızı, kendimize yabancılaştığımızı kentsel dönüşüm kurgusu içinde nahifçe yüzümüze vurmuş Gamze Güller.
Zebercet’in Anayurt Oteli’nde oluşturduğu gibi Asuman da ana rahmi gibi güvenli bir dünya kurmuş kendisine. Okuyucuyu da bu dünya hakkında düşünmeye davet etmiş Gamze Güller. Davete icap edip etmemek de okuyucuya kalmış.
[1] Gamze Güller, En Çok Onu Sevdim, İletişim Yayınları, İstanbul, 2017.