Adam gözümüzün önünde yandı. Bu yüzden tren saatler sonra, rötarlı kalktı.
Babanın bindiği trendi bu. Onu gözyaşları arasında yolcu ettik. Sense sürekli ağlıyor, bir türlü susmuyordun, eskiden bir iki kez bu ağlamanın bir sembol, bir işaret olduğunu söylemiştin.
Kimi zaman her şeyi kırıp döküyordun. Bir keresinde mutfak, sonra da oturma odasının dolabını kırmıştın. Hatırlamıyor musun? Baban satın almıştı o dolabı.
Artık hiç gücüm kalmadı. Geleceği korumak uğruna mücadele ediyorum ama ne kadar zamanım kaldı ki?
Gelecekteymişim gibi sana bir SMS gönderebilir miyim? İtiraf etmeliyim ki bugünkü durumumuz aklıma geldiğinde, buna ihtiyaç duymuyorum. Senin zaten umurunda değil.
Her şeyi yoluna sokmak, düzeltmek elindeydi. Çevreni mesela. Buna ben mi engel oldum, diye çok kez sordum kendi kendime. Ama sen başka bir şekilde kanaatkâr olmayı öğrendin. Kendi kendine hangi milleti ya da hangi ülkeyi sevdiğini sorgulamadığın bir yol buldun. Hiçbirini sevmiyorsun; millet kavramını, halklar arasındaki farklılıkları, her türlü sınıflandırmayı ve aidiyet duygusunu kof ve boş buluyorsun. Tüm bunlar sana öyle boş geliyor ki, kendine ve yaşadığın yere yatırım yapmak ve orada bir konuma sahip olmak yerine, gelişigüzel ve başına buyruk bir boş vermişlikle geçiriyorsun hayatı. Hayatta böyle bir görevin olduğunu tümden reddediyorsun. Kutlamalıyım seni. Benim için bunun anlamı… Her şey öyle açık ve net ki.
Ben de önümde duran şu birkaç yılı kendime hiçbir şeyi dert etmeden geçirmeyi isterdim. İçimde bir saat gibi kurulu vicdan azabını unutarak, başkalarının hayatından bir şey çalacağım ya da bir anne olarak fazlasıyla müdahaleci olduğum duygusuna kapılmadan… Annen olarak!
Her şeye tek başıma karar vermiş olmam – biliyorsun biz ikimiz hep yalnız yaşadık. Onu annesinin yattığı yere gömdük. Artık hiçbir şeyin olması gerektiği gibi olmayacağı, senin babanın yanında yatamayacağın gerçeği karşısında ne yapacağımı bilmiyorum. Bunları düşünmem, ölümle kolaylıkla baş ettiğim anlamına gelmiyor. Ölümünü aklıma getiremeyeceğim, bir gün öleceğine inanmak istemediğim tek kişi sensin. Burada kaldığımız için üzgünüm. Bunu senin yüzüne de söyleyebileceğimi biliyorum. Fakat kendi eserim olan bir yaratığın nefesimi kesen yaşam biçimi için bedel ödeyip, şu hayattaki birazcık neşeden ve hafifleme potansiyelinden, uzun süredir özlemini çektiğim bir dost sohbeti imkânından vaz mı geçeyim,
Aslında nasıl bir kayıtsızlığın, hatta bana kalırsa bir çaresizliğin hayatını değiştirmene engel olduğunu ya da hatıralarımızı gelecekte çocuklarımıza devredebilecek şekilde elle tutulur bir yaşam tasarısı haline getirememeni anlayamıyorum. Ben bunu sana devrettim, almayan sensin. Sana çoktandır sormaktan vazgeçtiğim sorularım karşısındaki iğrenç ve küstah duyarsızlığına kızıp geri mi çekilmeliyim?
Bizleri bir araya getiren bütün o önemli gelenekler belli bir yaştan sonra seni tiksindirmeye başladı. Bunun ne zamana denk geldiğini nasıl bilebilirim ki şimdi, sürekli bunu hatırlamaya çalışıyorum zaten. Sana duygularımı ve düşüncelerimi, hayallerimi ve ihtiyaçlarımı anlatamamış olmama kızıyorum. Şu hayatı daha iyi değerlendirebilirdin. Hoş, Murat’ın karısına göre, her ay memleketteki evin kirasını sana vererek bu hayatı böyle yaşamanı, önemsediğin ve şimdi birlikte olduğun insanlara ulaşma imkânını ben sağlamışım sana. Üstelik tatillerini düzenli olarak bu arkadaşlarınla birlikte senin de memleketin olduğunu reddettiğin memleketimdeki yazlıkta geçirdin. Ama bunu sen de biliyorsun. Üstelik bu bir suçlama da değil, sadece bir tespit.
Abartmıyorum, hayır. Sadece çok duyarlıyım. Sizleri, gelebilecek saldırı ve içe kapanabileceğiniz ihtimaline karşı korumam gerektiği için son derece duyarlı antenler geliştirdim. Tamamen kendiliğinden oluşan bir şey bu. Öyle, kendiliğinden.
Ben bütünün bir parçası değil, sadece bir kurbandım. Evet, böyle düşünüyor ve bunu şimdi söyleyebiliyorum, etrafımızı çepeçevre saran, olup biten her şeyin kurbanıydım. Bir an, kesin bir şekilde ölmüş olduğum ve yukarılarda seni izlediğim, geleceğini gördüğüm duygusuna kapıldım. Böyleyken her şeyi reddetmenin nedenlerini bir an unutmuş olarak yakaladım kendimi.
Havuzdaki balıklar gibi.
Aslında unutmaktan başka seçeneğim de yok.
Öfkeni hep anladığımı ama onu görmezden geldiğimi de eklemeliyim. Bunun çok basit bir açıklaması var, çünkü kendi öfkeme de yer yoktu.
Sana ve diğer herkese karşı bana ait haklarımla yaşamayı, Türk düşmanlığını sebep bilip geri dönmeyi beceremedim. Her şeyi görmezden geldim. Burada kalacağımıza inanmak istemedim.
Bir şeyleri kabullenemediğini – annen olarak beni, en çok da görmezden gelme becerimi kabullenmemeni anlıyorum. Şamar karşısındaki gülümsememi. Ama bunları yok sayabilirdin, beni, diğer bir deyişle hayatımızı yok saydığın gibi. Çok iyi başarabilirdin bunu – sen yok saymayı mükemmel bir şekilde becerebilen birisin çünkü.
İtiraf etmelisin ki, benden de utandın. Ama güzelim, mesele bu değil.
Sonuçta ben kıyıya ulaştım ve iç huzuru bulabilmek için çok düşündüm, kendimi deştim, umutsuzluğa kapılıp ağladım. Dönüp dönüp yeniden mektubunu okudum.
Ölmek için yaşamak bir neden sayılmaz mı? Nefret etmek için de sevmek bir neden değil mi?
Ablanın erkek arkadaşını sanki bir kazanımmış gibi eve aldığını biliyorum.
Her şeyi sömürdün, nefes nefese, otomatik olarak aldın ve bir yol bulmaya çalıştın. Hep yarını ve üzerinde hiç konuşmadan yaşadığımız geçmişi düşünerek yenilikler aradın. Ama senin şu hayattaki “yükselişin” için gerekli olan tek şey, mümkün olduğunca benden uzakta olabileceğin birden fazla yer seçeneğiydi.
Yorgunum. Öyle çok şey yaşadım ki, seni, evrenine aldığın o yüzlerle, onların bize, kendilerine ve ötekilere koyduğu isimlerle birlikte kucaklayabiliyorum.
Murat’ı düşünsene, nasıl da önemsiyor beni. Saatlerce bir şarkının nakaratını tekrarlarken memleketinin resmine baktığı için onu budala bulduğunu biliyorum. Onların bize misafirliğe gelmeleri ya da hayatımızdaki yerleri konusunda çok tartıştık – doğru, Murat’ın karısı biraz müdahaleci ve meraklı, neredeyse kindar, ama Murat iyi bir dost ve benim için öyle de kalacak.
Murat’ı düşündüğümde babanı özlediğini biliyorum, o zaman babasız kalmış birini görüyorum karşımda.
Murat buraya evlendiği için geldi. Sibel’e âşık oldu. Sibel o zamanlar – ama bunu sen de biliyorsun – bir dişçide çalışıyordu. Birbirlerini sevdiler, Sibel tatillerini hep Türkiye’de geçirirdi. Murat’ın hikâyesi de böyle işte. Buraya geldiğinden beri işten sonra eline hep bağlamasını alır. Gözü sazın tellerinde değilse, hep memleketinin fotoğrafındadır. Klasik bir memleket resmi bu. Ama Murat yine de bir kez olsun ciddi ciddi memlekete geri dönmeyi düşünmedi. Böylesi planlar karşısında panikleyen biri o.
Murat’la da konuştuk. O, sizlere daha iyi bir hayat sunabilmek, daha fazla para kazanabilmek için buralara geldiğimizi anlayabiliyor ve Almanya’da iyi bir hayatımız olduğunu düşünüyor. Murat geri DÖNMEMEYE kararlı. Böyle bir şeyi aklına bile getirmiyor, önünde bir seçenek olarak durmaması için bunu yok sayıyor. Murat’ın yaşamında seçeneklere yer yok. Öyleyse geri dönüşe de yer yok.
Onun önceden kaderine yazılmış bir yol var. Onunla yapabileceğiniz entelektüel bir sohbeti engelleyen bir şey bu. Onun aptal bir ırkçı olduğunu söylerdin. Kürt sorununa yaklaşımını kabul edilmez bulurdun. Haklıydın da.
Ama bir kere olsun kendi bakış açını anlatmak ya da onun sınırlarını aşabilmesi için ona samimiyetle ya da sevgiyle hatta saygıyla yaklaştın mı? Hayır, neden yapasın ki bunu, İstanbul’da, büyük ya da küçük adalardan birinde oturmuş, elindeki mangonu yerken bunlar aklına gelmez senin. Bana öyle geliyor ki, plaj minderine uzanmışken gözlerin inci gibi kristalleşerek parıldayan denizde, sadece yediğin mangoyu düşünüyorsun. Saçların rüzgârda uçuşuyor, ayakların çıplak; mutlusun.
Murat’a sorarsan, dengeli bir hayat sürüyor, kendine iyi bakıyorsun. Mutlu, mesafeyi korumayı bilen ve görev duygusu gelişmiş bir vatandaşın sahip olabileceği dengeli ve ölçülü bir öfkeye sahipsin. Ama ben bundan emin değilim. Gerçekten emin değilim. Bu kadar güzel bir insan nasıl olur da bu kadar çirkin davranabilir. Senin tepkini anlayamıyorum. Bunun adayla ve lüksün yarattığı acıyla ilgisi olduğunu sanmıştım.
Çocuklarımın bir gün Alman olabileceklerini, devletlerine ve memleketlerine karşı duydukları şüphe yüzünden ya da bir trene bindiği anda kaybettikleri bir baba için, evet sırf hiçbir zaman olmamış olan bu baba için kendilerini reddetmeyen bir devlet bulabilme umuduyla İstanbul’da bir adada takılıp kalabileceklerini aklımın ucundan bile geçirmemiştim. O yolculuğu hiç unutmadım. Sen de öyle.