Özlem Keskin’in, Klaros Yayınlarından Eylül 2019’da yayınlanan Dünya Kaç Kare adlı kitabı Sennur Sezer Emek ve Direniş öykü ödülü aldı. Kitabı okuduktan sonra bağımsız, coşkulu bir kadın, bir yazar nasıl yetişir diye sordum soruşturdum kendi kendime. Yazı yazmak için sorun yalnız yazı yazacak bir masa, bir bilgisayar, sessiz bir köşe mi sanıyorsun ey okur? Diye okurlara seslenmeden de edemedim. İşin doğrusu Özlem Keskin, İnebolu’da uçurum başlarında yetişen kara ladinler gibi… Kara ladinler tehlikeli bir gerilimle kara mızraklar gibi Karadeniz coğrafyasında diklenirler bulutlara göklere! O tehlikeli gerilim. O düştü, düşecek, umursamadan diklenişleridir, ladinlerin soylulukları! Varoluşumuz için oksijen arıyorsak, kartal ağzı gibi keskin uçurumların başında kara ladinler gibi yıkılmadan durmayı öğrenmemiz şart.
Özlem Keskin gibi öğretmenlerle, annelerle yetişmemiz şart. Bir yazarın her şeyden önce yaşamın içinde olması gerekti. Yaşaması gerek önce. İçinde, tutkuyu, heyecanı duyması gerek. Sevmesi gerek yaşamayı. Okuduğum kitapların içeriğini başkalarına aktarırken, sık sık öykünün gidişini kendi yaşam deneyimlerinden seçtiğim olayları eklediğimi görürdüm çoğu zaman. Bu durumun beni gittikçe gergin bir ruh haline dönüştürdüğü oluyordu. Böyle bir ruh haliyle içimdeki gerginlik, taşkınlık, duyduğum acılarla ben de iç dökme gereksinimi duyuyorum çoğu zaman. Eline kâğıdı alıp beyaz kâğıdın karşısına oturan Özlem Keskin, Dünya Kaç Kare diyen eşitsizliğe vurgu vuran bu baskın çağrışımıyla, öğretmen olmasının da etkisiyle, konuşamayan tüm annelere “yazıyorum, yazıyor olduğum işe yarasın diye” konuşuyorum diyerek bıçak gibi keskin mermer tepelerinde geceyi tek başına dimdik yükselerek geçiren kapkara ladinler gibiydi. Sabah olunca yalçın tepelerin kalbinde, kaya damarlarında çocukluğuyla beslediği masmavi dumanlara sarılıp binbir zevkle kelimelerle sevişerek solgun zamanın diliyle yazmak için değil, belleğin havuzlarında saklı duranları çekip çıkarmak için yazıyor… Bellek, ah bizim kanayan unutma/saklama kuyumuz… Hayatı hem anlamlı kılan, hem de ölüme karşı hayatı savunma gücünü getirip bir yaşama akkoruna dönüştüren…Özlem Keskin’in derdi, konuşamayan ve susun kadınlarımız…Konuşamamak ve susmaya kaçış, çaresizliğin ve tükenişin göstergesidir. Susmak ve konuşmak arasındaki kararsızlıkta korkuya kapılan ve yalnızlığa kapanmayı tek çıkış olarak gören bireyin bunaltısı susmanın edimsizliğini seçmesi ile labirentteki varlık sıkıntısına eşitlenir: Bu sessizlik dilin bir an’ıdır; susmak dilsizleşmek değildir, konuşmaktan kaçınmaktır, yani gene bir tür konuşmadır. Kökeni çocuklukta olan şey, çocukluğa doğru ve çocukluk içinden yolculuğunu sürdürmek zorundaydı. Özgeçmişinde ” İnsanlar açlık, yokluk ve ölümle kıvranırken sen ne yaptın anne? Diyen çocuklarının sorusuna bir anne olarak sanki “çocuklukta saklı imgelerim” diyerek yanıtlıyordu. Onun için çocukluk dile getirilemez olandı aslında. Çünkü yaşadığı dünya “kare” değil “verev”di. Dolaştığı dünya verevine görünüyordu çünkü yollar parçalanmıştı; insanların yüzleri asıktı çünkü içleri parçalanmıştı; kadın cinayetleri her gün her yerde işleniyordu, kurban ediliyordu kızlarımız, oğlanlarımız… Okuduğunuz bu cümleler bile anlaşılmazdı, çünkü anlam parçalanmıştı ve şimdi anlaşılmaz olan bu cümlelerin arasından göğe doğru yükselen gökdelenler, ladinlerin yerini almıştı. Artık gökdelenler, neredeyse yazgılarını bile çatarken bu insanların, gölgesi de kentin arka sokaklarını bile kapladığı için bir yandan, bu yüzden insanlar kendileri olmayıp hep bir başkası kılığında dolaştığından sokaklarda, her yanı her anda kaplayan bu arsız gölge bir karabasan gibi çöktüğü için kentin üstüne kent de kadında, insanda çıldırıyordu. Çarpılma, mektup, günaydın, dünya kaş kere, armut, oğul sırası, yinge nörüyon, başında şavk var, iğrenç sensin, öpersen uyanır, boşluk doldurmalı aşk, pervane, yumurta, asansör, baba, köprü, çiçekli basmalar, akşamüstü giden çocuk, ana oğul diyaloglarımız, fırtına adlı küçürek öyküleriyle; bir söz karnavalı, bir maskeli balo gibi her yerden mecaz ya da başka bir eğretileme olarak söze geliyor kavramlar, ama hiçbiri bir yargıya varmıyor…
Bir yaşam denemesinden çok, belleğe dönük yolculuklarında karşısına çıkanları anlatmaktı derdi. Bizi çevreleyen nesneler dünyasında nesne-insan ilişkisi, insan-insan yolculuklarının içzamanımıza taşıdıkları ve bunlarla döngüleyip durduğumuz, hatta yer yer de tutunduğumuz anılar/anıştırmalara dönüş, küçürek öyküler yaratma edimi… Edebiyat dünyasında yerini alan kısa kısa küçürek öykü, öykünün bir alt türü olarak görülmekte. Ancak, isimlendirilmesinde ve tanımlanmasında anlaşmazlıklara ve farklılıklara rastlanmakta. Küçürek öykünün modern hayatın hızının neden olduğu bir ihtiyaçla yazıldığı ve okur tarafından bu nedenle tercih edildiği gündeme gelmekte. Öykü, başlı başına edebî bir tür olarak kabul edildiğinden bu yana, onu diğer edebî türlerden ayıran özellikler belirlenmeye çalışılmış, sınırları çizilmiş ancak yine de öyküye özgü olduğu düşünülen özellikler hep tartışıla gelmiştir. H.E.Bates.; ” öykü yazarının bir atın ölümünden genç bir kızın aşkına, kurgulanmamış bir betimlemeden, olaylardan örülmüş bir anlatıya, hatta bir şiirden bir röportaja kadar her şeyin öykü olabileceğini, bu esneklikten dolayı da öykünün yazınsal bir tür olarak tanımlanamayacağını söyler.” ( Yazınsal Bir Tür Olarak Kısa Öykü. Çev. Gökçen Ezber. İstabul: Bilge Kültür Sanat; Bates 2001:7). Bates, “öykü tanımı gereği ele avuca gelmez bir türdür” diyerek, öykünün sınırlarının çizilmesinin mümkün olmadığını, hayatın içindeki her şeyin öyküye konu ve malzeme olabileceğini ve yazılan her yeni öykü ile türün yeni bir biçim kazanacağını belirtir (Bates 2001: 9) Özlem Keskin’in de kahramanlarına bu şudur, diyecek olduğunuzda bir başkasına dönüşüyor. Sözgelimi; anlatan mı, okur mu, kahramanı mı, yazarın ta kendisi mi, oğullarımızın anneleri mi? Zilan mı, kendisine omuz atan çocuğa elini tutabilir miyim diyen kadın mı? Ya da “ışıklar sönecek birazdan. Tecavüze uğrayacak milyon tane kadın. Hem de yıllardır olduğunca olağan. Hem de hiç fark etmeden. “ Oğlanın ayakkabısı eskimiş” diyemeden bir horultudur başlayacak. Pazar malı naylon donlar susacak haksızlığa diyen kadın yazar mı? Karışıyor. Özlem Keskin, bir radyo spikeri gibi devamlı konuşuyor. Her imgenin, her sözcenin ucu açık, bilinçli bir kesinlemezsizlikle dolu. Bilinçli olarak yapıyor bunu, çünkü bütün öykü yazarları kurdukları hayallere yaslanarak anlatabilirlerdi gerçekleri ama ne denli uğraşsalar bile asla gizleyemezlerdi kendilerini, bıraktıkları böylesi “…” Boşlukları da ne yapsalar dolduramazlardı yazdıklarıyla kendilerini mi yazdılar diye boş yere düşünüp durmayın siz de benim gibi, okur aynı zamanda yazardır da…
Okur belki kendini bulamıyor ya da trajedisini gördükçe, sayfaları hızlı hızlı çevirmesinden, kendiyle karşılaşmaktan da hoşlanmıyor. Bir öykü asla tasarlandığı gibi yazılmaz, radyo programı yapmaya benzer yazmak, bir boşluğa konuşur durursun işte böyle diye de uyarıyor nesneleştiremediği, özneleştiremediği okur kahramanını. Tüketimci kapitalizm karşısında kendini inşa eden bir yazınsallığa, karşı estetik konuşlanışı olduğu da rahatlıkla söylenebilir, bir başka deyişle eleştirelliğiyle kültürel siyaset yapıyor, bun yüzden kahraman yaratmadan sadece kendisi anlatıyor… Başka cepheden bakılınca kısa öykü ve benzeri alt türler, günümüzde eskiye oranla zengin bir çeşitliliği yansıtmaktadırlar. Bunda metne bilgi, yorum, çağrışım gibi kendinden bir şeyler ekleyen donanımlı okur kadar, hayat deneyimlerinin zenginliği; metinler arası, türler arası, sözcük dizgeleri arası, hatta kültürler arası bağlantıların, ilişkilerin yoğunluğu gibi etkileşimler, sinemadan, görsel ürünlerden ve öteki sanat dallarından kurmaca oluşturmada bir malzeme olarak yararlanma düşüncesi, her şeyden önemlisi yazarların ve okurların kurguda alışılmadık uygulamalara yer veren, kalıpları kırıp parçalayan cesur ve gözü pek tutumları, öykü türü üzerinde akla gelmedik uygulamalara yol açmakta, sonuçta öykü ve öyküden türetilmiş söz gruplarıyla adlandırılanlar yanında “anlatı” sözcüğü de bu yüzden yaygınlaşmaktadır. Edebiyatımızda küçürek öykü olarak adlandırdığımız minimal söylemin bu dönem yazarlarının metinlerinde kendini bulması da yalnızlaşmış bireyin durumunu vermesi açısından önem taşır. Çünkü yalnızlar kendilerini dışa vururken, uzun konuşmayı sevmezler. Dünya Kaç Kare yaşanana dilsizleşmenin başkaldırısı niteliğindeki yirmi küçürek metinde, an’a tutuklu bireye dayatılan tüm rollerin ve giydirilen tüm yaptırımların bunaltısı, kendisi olamayan, ötekine bağımlı bireylerin trajedisi ana matris halinde…
Boğunç, iç daralması, boğuntu, sıkıntı, bungunluk gibi adlarla karşılanabilecek bunaltı, aslında değerler dizgesinin oluşumuna yardımcı olan yapıcı bir sıkıntı hâlidir. Bu bunaltı, hem kendinden hem başkalarından sorumlu olan bireyin toplumsal çürümüşlüğü fark etmesi, duyarsızlık karşısındaki çaresiz kalması ve sınırlandırılmasıdır. Normlardan kurtulmanın olanaksızlığını algılayan bireyler için yaşam çıkmazlaşır; değişimsizlik ve edimsizlik yaşanan sıkıntıyı daha da derinleştirir. Umudun beklentiye dönüşen içeriği, umudun eylemsizliği ile bir çıkar yol arayışına girilir. Bu noktada olumlu-olumsuz / iyi-kötü / umutlu-umutsuz /bilinç-bilinçsizlik bağdaşımında varlık sorgulanır. Verilmiş olanın dışına çıkmama ve yaşanan olanaksızlıklar, içe kapanma hali olarak dışa yansır: Olanaksızlık içerisinde çaresizlikle baş başa kalan bireyin tek çıkmazı kendisidir; kendiliğidir. Bunu gerçekleştirmek de mümkün olmayınca sadece katlanır. Katlanmak, yenilgiyi bozgunu kabul etmektir. Yaşayanların ölü olduğu böylesi bir tükeniş aşamasında boğulmuş sözlerin sessizliği egemendir. Bunalan birey, yaşamın anlamsızlaştığını duyumsar ve her an her yerde yanlılığını, kimsesizliğini duyumsar, kimseyle gerçek anlamda bir bütünleşme yaşayamaz. Örülen duvarın yorgunluğu ile bedensel çürümenin sembolü olan yaranın imlediği iyileşmeyen hastalıklar yaşamı kuşatır. İyileşmeyen yara ve sonrasında da yara kabukları, bireyin tensel ıstıraplarının nasıl tinsel bir çözülüşe dönüştüğünü gösterir. Eşitliğin sembolü karelerle örülen dünya ise, olanaksızlığın imgesidir.
Özlem Keskin Dünya Kaç Kare diyen bir imden hareketle kurulan küçürek öykülerinin yer aldığı yapıt, verilmişlikler ile çatışma yaşayan, gündelik yaşamın gerçekleri karşısında çözülüşe maruz kalan anne bireyin arayışlarının da anlatısıdır. Anlık durumları şimdi-geçmiş paralelinde sorgulayan ve çaresiz / olanaksız / iletişimsiz yüzleşmelerin kıskacındaki Özlem Keskin’in bireyleri, varoluşsal değerlerin silinişine tanıklık ederler. Onlar için dünya tutuklayan bir sürgün yeri hatta labirent gibidir. Dünyaya yabancı ve dünyada yabancı olan bu yersiz-yurtsuz bireyler, normların baskısı/yerleşik kuralların bağlayıcılığı ile yaratıcılıklarının kısıtlandığını fark eder ve sessiz çığlıklar atarlar. Bu çığlık, varoluşsal açıdan yaşanan hiçliğin iç sıkıntısından kaynaklanır. Şimdi ve burada olmak, tüm çelişki/çatışmalarla kuşatılmak demektir. Kuşatma altında bunaltı yaşamamak ise olanaksızdır. Tüketim çağının insanı zamansızlıktan şikâyet ederken, bitmek bilmeyen tüketim arzularından vazgeçmeyi düşünmediği gibi başkaldırı yerine kabullenmeyi ve alışmayı benimser. Zira çağın gerçeği modern kentli bireyi sürekli tüketime doğru yönlendirir. Öyle ki; modern kentli bireyi zamansızlıktan şikâyet ettiren maddelerin ve metaların tüketimi değildir. Aslında hayallerin “meta fetişizmi” aracılığıyla tüketimi ya da tükenmişliğidir. Doymak bilmeyen arzular ve isteklerin zamansızlıkla birleşmesiyle hayali kurulan bir şeyi daha tüketmeye bile fırsat bulamadan, başka bir hayali tüketmeye başlanılan bir çağdayız artık. Yaşanan çağ içerisinden okuruna yönelen Özlem Keskin, kadına şiddetten öldürülen tüm kadınların sesi oluyor, özellikle annelere Dünya Kaç Kare diyerek postmodern öykü diliyle memleketim, toprağım benim anam diyen Karadenizli kadınların sesi de…
Duy sesimi, bu evladını, kütüphaneler değil, senin sessiz kaldığın uçurumların büyüttü. Uçurumlardan düşerken, bu evladını, işte bu soylu sen gibi ladin ağaçlarının boynundan sarılarak tuttu. Bu sert tepelerde, sulara, heyelanlara, fırtınalara karşı ayakta kalmanın tek yoludur, dimdik durmak. Ölünceye kadar, boynunu bükmeden eğilmeden, aşağıya bakıp durmak. Alnımın ateşini, o soylu diklenişinden aldım. Pis yataklar, kirli çarşaflar içinde büyüyenler ne bilsin seni. Alnımın ateşini senin o çelik gövdenden aldım, kalemime, mürekkebime Sennur Sezer gibi bu topraklarda büyüyen, dolup dolup boşalan bu ateşleri, ruhumu sabah akşam yakan bu alevleri senden aldım der gibi…Zansızlığın ardına sığınmış kentli, mutsuz ve yalnız insan-kadınların hayatlarında da imkânsız olan anların aslında varolduğu gerçeğini gösteriyor. Çünkü öykülerin geneline de yansıdığı üzere hayatın yüzeysel akışı içerisinde, kendisiyle yüzleşemeyen bireylerin Dünya Kaç Kare diyerek imkânları zorladığı ya da imkânsızın aslında hep derinlerde var olduğu gerçeğinde gizli olduğunu biliyor… Yolu açık, okuru bol olsun!,
İnternet sitemizden en verimli şekilde faydalanabilmeniz ve kullanıcı deneyiminizi geliştirebilmek için Cookie kullanıyoruz. Cookie kullanılmasını tercih etmezseniz tarayıcınızın ayarlarından Cookie’leri silebilir ya da engelleyebilirsiniz. Gizlilik politikamızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.