Yeni kuşak öykücülerinden 1991 doğumlu Uğur Morkaya’yı Beyaz Kale Romanının Yeni Tarihselcilik Kuramıyla İncelenmesi, Atatürk Döneminde Türk Romanında Batı Müziğinin Yansımaları adlı akademik incelemelerinden, Kitaplık, Karahindiba, Karakalem Dergisindeki öykülerinden tanıyoruz. Kutu Yayınlarından Kasım 2019 tarihinde raflarda yerini alan İçimde Bir Ses Kaldı öykü kitabı öykücülüğümüz adına başarılı bir çıkış. Her insanın, her canlının, her nesnenin bu dünyada bir hikâyesinin olduğu gibi elinizdeki İçimde Bir Ses Kaldı adlı bu kitabın da bir hikâyesi var. Bu çağrışımla aynı zamanda hem kendisinin öykü dünyasının çerçevesini çiziyor hem de öykülerinin, öykü kahramanlarının içinden doğdukları hayatın sınırlarını tanımlıyor. Hayatın, hiç durmadan devingen biçimde aktığı toplum kesimlerinin insanlarını ve mücadelelerini yazdığını söylemek istiyor Öykülerinin dilinde, alttan alta ince bir sızı hâlinde ironiyi, insanın acısını aynı zamanda iyimserliğini ve umudunu görüyoruz. Yani, insanın kimi zaman umudu ve umutsuzluğu, kimi zaman acısı ve sevinci, kimi zaman da iyimserliği ve kötümserliği bu ironi diliyle anlatıyor. Teknik açıdan öykülerinin kurgusundaki sağlamlığın, zekice ve ince bir dikkatin öneminin de son derece farkındadır. Öykülerindeki ayrıntılar, her iyi öyküde olduğu gibi onun bütün öykülerindeki bu sağlam yapının da kusursuz tamamlayıcılarıdır. Ayrıntılar, öyküyle kurulmaya çalışılan dünyayı, görünmez ama sağlam bağlarla birbirine bağlıyor. Postmodern edebiyatla özdeşleşen birçok unsura yer veriyor. Öykülerinin çoğunu kahraman bakış açısıyla yazıyor. Bu öykülerin anlatıcısını farklılaştırarak ben öyküsel anlatımın tekrarlayıcı bir örnekleştirici olumsuzluklarını gidermeye çalışarak yapıyor. Morkaya’nın kahraman bakış açılı öykülerinin bir kısmında anlatıcı, öykünün kişilerinden biri olmasına rağmen, daha çok gözlemci konumundadır. Olaylar kendi çevresinde geçmekte, kendisi de olayların içinde yer almaktadır.
Üstkurmaca başta olmak üzere metinlerarasılık, çoğulculuk, oyunsuluk, imgesel, şiirsel ve masalsı anlatım, tarihe yönelme, karşıt kullanımlara bir arada yer verme gibi birçok özelliği başarıyla kullanıyor. İçimde Bir Ses Kaldı, gerek içerik gerekse kurgu-yapı-biçim özellikleri açısından farklı okumalara elverişli bir yapı sergiliyor. Zaten öykülerin çok katmanlılığı ve okuyana göre değişen açık yapısı, postmodernizmin beraberinde getirdiği önemli bir anlayıştır. Bu yönüyle de İçimde Bir Ses Kaldı, Türk öykücülüğünde sayıları azımsanmayacak olan, ancak üzerinde çok fazla durulmayan öykü türünde postmodernist eğilimin yansımasına güzel bir örnek oluşturuyor. Bu kitabı anlamlı kılan en önemli özellik ise, bir yönde geleneksel ile tarihsel olanı, modern insanın trajedisini, postmodern kurgu özellikleriyle bütünleştirmiş olmasında yatıyor. Bu özelliğin Uğur Morkaya’nın kendine özgü dil ve anlatımıyla birleşmesi, İçimde Bir Ses Kaldı’yı kolay tüketilebilir bir metin olmaktan da alıkoyuyor. Metinlerinde unuttuğumuzu sandığımız birçok şeyin belleğimizde, ruhumuzda hep var olduğunu ve önemsiz bir etkenin (sabit bir yelkovan, geleceğin gözü, ince bir hava akımı, bir korku, bir renk, bir tren rayı, bir fotoğraf karesi, tesadüfen bir kilisenin yanından geçiş, bir nota, bir şiir dörtlüğü, kıyıya vuran dalgalar bir sone, bir ayrılık anına yerleştirilmiş eşyalar, aynalı dolap, annesinden kalan bir türkü, şarkıları yarım kalmış kadınlar, yatak, yorgan, elbise vb.) bunların ortaya çıkması için yeterli olduğunu görüyoruz. Böylece, şu ya da bu biçimde olduğunu sandığımız, gerçek olduğuna kesinlikle inandığımız birçok şeyin aslında sandığımızdan oldukça farklı olduğunu anlıyoruz. Öykülerde, gerçeğin sanıldığından farklı olduğunu anlayan kahramanlar her zaman kaderlerine razı olmakta, mutsuzluktan kurtulmak için herhangi bir girişimde bulunmamaktadırlar. Kaldı ki, girişimde bulunsalar bile, yapabilecekleri bir şey yoktur, çünkü yaşam çok üzüntü verici, rutin saydığımız ama her gün biraz daha simülasyona, olağandışı bir distopyaya dönüşüyor. Çünkü içimizde, neden, nasıl, kimde ne olduğunu bilmeden, sürekli olarak kendimizi kandırma gereğini duyuyoruz. Böylece, içimizden geldiği gibi, her şahıs için bir tane, ama asla herkes için aynı olmayan ve arada sırada boş hayal ürünü olduğu ortaya çıkan bir gerçek yaratıyoruz. İçimde Bir Ses Kaldı’ kitabını anlayan kimse, bir daha kendini kandıramaz ve böylesi bir yaşamdan da zevk alamaz. Böylece Uğur Morkaya insanın mutluluğu yakalamasının olanaksız olduğu gibi karamsar bir sonuca varıyor ama, imgelemine gerekli olan bütün özgürlükleri ( abartma, aşırılık, olasısızlık özgürlüğü, oyunsal bulgular özgürlüğü) vermiş olan, uçarılığı su götürmez “edebiyata göre edebiyat” yöntemi sayesinde ele geçirmeyi başarıyor. Bu yüzden de uçurumum iki uçundadır kahramanı. Bu karamsarlıkla sergilediği kişilerin mutsuzluğunun aslında bütün dünyanın mutsuzluğu olduğunu tüm öykülerinde anlatıyor. “Söz” der “Amerika Derslerinin “Kesinlik” bahsinde Calvino, “tıpkı uçurumun iki ucu arasında gerilmiş bir kurtuluş köprüsü gibi, görünür izle görünmez şeyin, eksik olan şeyin, arzulanan ya da korkulan şeyin arasında bağlantı kurar.“ Uçurumun iki ucu derken, gerçekle gerçeküstü, zayıflık ve kuvvet, ezen ve ezilen, şakayla ciddiyet, kederle kahkaha, iyilik ve kötülükten bahsediyorum. Uğur Morkaya, öykülerinde okurunu tam olarak bu köprüde konumlandırıyor. Müzik ise, Uğur Morkaya için sadece çalışmalarını güdüleyici ya da entelektüel yapısını simgeleyen bir sanat dalı değildir. Öykülerinde müziğin bir ritim, kurgu ve eğretileme ögesi olarak yararlanan yazar, öykülerinin izlek örgüsünü müzik felsefesiyle donatıyor. Öykü kahramanları medeni, hem ruhsal/düşünsel dünyasını hem de insanların tipikleşmesini önlemek için ileri sürdüğü “tekilleşme” kavramını müzik dünyasının verilerinden hareket ederek açıklıyor. Bunları orkestranın bütüncüllüğü, şefin rolü, enstrümanların konumları ve notaların uyandırdığı duygular temsil ettikleri düşünce ve duyarlıklar olarak sıralayabiliriz. Bir duygunun, ilk algılandığı andaki yoğunluğuyla ya da aynı belirsiz, uçucu, dokunup geçen belirginsizliğiyle, aynı tiz ya da aynı kalın seslerle, zamanın birden durduğunu düşündürecek ya da yaşanan anın baş döndürücü bir hızla geri gittiği kanısını uyandıracak bir keskinlikle bir kez daha duyulması olası mıydı? Sorusuyla başlarız, Kadı’n’köyü senfonisi adı altında ve ince duyarlılıklar klasik müzik izleği eşliğinde irdelenir kadın ve şehir. Kişilerini teknik anlamda nasıl ele alırsa alsın, ele aldığı bu kişilerin yaşamsal bütünlüğünü mutlaka veriyor. İnsanı sevgi açlığı, cinsellik içgüdüsü, korkuları, hırsları ile ortaya koyan yazar, onun otoriteye olan bağımlılığını, tutkularının kölesi oluşunu, yanılgılarını, algılarının farklılaşımını, saplantılarını, açmazlarını kimi zaman duygusal kimi zaman mizahi bir bakış açısıyla işliyor. Uğur Morkaya, dilinin yalınlığı ve anlatıcılarının içtenliği, anlatılarını sohbet havasına sokmaktadır.
Okuyucuyla bir şeyler paylaşmak ve onlara bir şeyler anlatmak ihtiyacında olan anlatıcılarının birçoğu olayların içinde tanık olarak yer alır. Uğur Morkaya, öykülerinde sohbet üslubunun içtenliği ve yalınlığı temelinde, irdelediği izleğin yapısına uygun olarak şiirselliği, ironiyi ve mizahı kaynaştırarak kendine özgü bir üslup sergiliyor. Bütününde yaşam ve ölüm odağındaki insan gerçeğini irdeleyen Morkaya, bu evrensel temel üzerinde insanın kendisini ne ölçüde dönüştürebildiğini ve bu dönüşüm üzerinde dürtülerin, bunların yanı sıra sosyal koşulların ne ölçüde etkili olduğunu sorguluyor. Ancak yazar bu anlatımı öykülerinde uyguladığı gibi, düşünsel bağlamda yapılandırmıyor. Bireylerin kişilik yapısını ayrıntılı ruhsal çözümlemelerle değil, onların içinde bulundukları durum komiklerini, yaşadıkları anlık çatışmaları ve ayrıksı yönlerini vurgulayarak Yaralar, Metinler, Esintiler diye adlandırdığı üç bölümde, on dört öykü anlatısıyla yer veriyor. Bireyi ele alırken, onu oluşturan en önemli etkenlerden biri olarak gördüğü sosyal, kültürel ve toplumsal atmosferin anlatımına özen gösteriyor. Bireyin iç seslerini yansıtan yazar, bu kesitin değişik süreçlerindeki farklı sosyal yapılardan insanları, yaşanan zamanın etkileşimleriyle ortaya koyuyor. Yaşantılarını anlattığı öykülerinde daha çok anılara dayanıyor. Morkaya’nın öykülerinde âşıklar, aşklarını çevrenin zorlayıcı ve baskılayıcı etkilerinden, zamanın öğütücülüğünden ve kişisel yetersizliklerden bir türlü kurtulamıyor. Bu örseleyici etkiler kimi zaman aşkın başlamadan bitmesine, bitmeye mahkûm olmasına, düş kırıklıklarına, yaşananların tortulaşmasına neden olurken kimi zaman da insanları çılgınca tutkulara sürüklüyor. Tüm bu süreçleri ve biçimleri öyküleştiren yazar, her bir kırılmanın neden-sonuç ilişkisini de saptıyor. Öykü kişilerinin içinde bulunduğu komik, trajik, trajikomik duruşlar, yazarın kurguladığı yapı içinde kaçınılmazdır.(Geceyi Sustursam da ablam aşktan öldü, tıpkı filimlerdeki gibi öyküsünde olduğu gibi aşkın diğer yüzü olarak nitelendirdiği cinsellik, öykülerinde de yoğun olarak işlediği en belirgin konulardan biridir. Gece, uyku zamanı olduğu gibi, düş görme zamanıdır aynı zamanda, gördüklerimizi, işittiklerimizi, kokladıklarımızı ve düşündüklerimizi sınırlayan diller, formlar, davranış biçimleri ve algısal paradigmalar, kendine özgü bir biçimi ve dili olan düşlerin yapısına aykırıdır. Düşlerde renkler, görüntüler, insanlar, duygular ve düşünceler özgürce birbirine karışır ve benzersiz bileşimler yaratırlar. Öylesine özgürdür ki düşler, onları söze dökmekte güçlük çekeriz, insan zihnini gün boyunca biçimlendiren o katı yapılar düşlerimizi dillendirmeye yetmez, hatta engel olur. İşte bu yüzden başkalarının aklının içinde, her okunuşta tekrar hayat bulmak ve sonsuza kadar var olmak yarım kalmış öykülerin yarım yamalak kahramanları düşünülünce, edebiyat büyük nimettir. Bu yüzdende kahramanlar, yazmaktan çok okuma edimine dikkatimizi çekerler.
Arka kapak yazısında Ali Oktay Özbayrak’ın da dediği gibi “ Bu öyküler, son derece müzikal bir dile sahip. Ritmini bulmuş, asla yanlış notaya basmayan bir usta sanatçı titizliğiyle ince ince işlenmiş. Okurun kulağından hiç dinmeyecek, kendini yeniden ve yeniden büyütecek hikâyeler.” Yazar, kahramanına bir öykü yazar, ama okurlar onu her seferinde yeniden yarattıkları için kahraman açısından her okuma yeni bir hikâyedir ve bu nedenle aynı hayat hikâyesini yeknesak tekrar edip durmaz; tem tersine her okurun belleğinde tekrar tekrar hayat bulur. Ama kahramanı olduğu metin okunmadığı süreler boyunca “Araf” tadır. İnsan gerçekliğini her yönüyle sergileme amacında olan yazar, cinselliği -neredeyse öykülerinin tümünde- insan kişiliğini belirleyen ana ögelerden biri olarak da ele alıyor. Çocukluk döneminin meraklarını, ilk gençlik çağlarındaki ilk deneyimlerin karmakarışık duygulanımlarını, ilk cinsel deneyimlerin acemiliğini anlatıyor. Yazar, bu tür öykülerinde cinselliği, öykü kişisinin yaşına göre yorumlar; erotizmi değil, daha çok merak ve deneyimsizliği ön plana çıkarıyor. İlk gençlik deneyimlerini konu edindiği öykülerinin dışındaki aşk öykülerinde ise, cinselliği ayrıntılarıyla vermekte sakınca görmüyor. Öykülerinde tutku, gizemli yönlerinden çok insan kişiliğini körleştirici ve yok edici yönleriyle ele alınıyor. Şarkıları Yarım Kalmış Kadınlar üzerine yazdığı metinde varoluşlarını gerçekleştirmek isteyen kadın anlatıcıların iç dünyaları karamsarlık, anlamsızlık, yalnızlık, huzursuzluk ve bunalım gibi duygularla kaplıdır. Hayalini kurdukları ideal toplum düzenini yaratamayan, toplumun geleneksel bakış açısını ve kadınları cinsel bir obje olarak algılayan erkek egemen zihniyeti, cinsiyet ayrımcılığını değiştiremeyen anlatıcıların ruh dünyası parçalanmış, onları hayata bağlayacak herhangi bir amaç kalmamıştır. Anlatıcıların iç benliklerindeki parçalanmışlık/bölünmüşlük bir tepki olarak dillerine yansımış ve bunun sonucunda dilin mevcut kurallarını alt üst eden bir anlatım tarzı söylemlerine egemen olmuştur. Freud insanda iki ana içgüdünün var olduğunu belirtir: Libido olarak adlandırılan yaşam ya da cinsellik ve Thanatos olarak adlandırılan ölüm ya da saldırganlık. Ölüm içgüdüsü dışa dönüktür ve daha çok kendinden başkasına saldırmak şeklinde dışa vurulur. İnsanın kendine dönük ölme isteği ise, genellikle bilinçaltında kalır. Ölüm ya da saldırganlık. Ölüm içgüdüsü dışa dönüktür ve daha çok kendinden başkasına saldırmak şeklinde dışa vurulur. İnsanın kendine dönük ölme isteği ise, genellikle bilinçaltında kalır. Ölümü, bu anlayışa bağlanabilecek yaşamın ölüm odağından irdelenişi, ölümün yaşam döngüsünün kesin sonucu oluşu gibi izlekler çerçevesinde ele alır. Öykülerindeki kişiler, ölümü yaşam döngüsünün kesin sonucu, var olmanın bitişi olarak değerlendirmekte; bu konu kurgunun bir parçası olarak dikkat çekmektedir. En dikkat çekici yönlerinden biri de, yaşamın içindeki sıradanı ve sıradanın ardındaki olağanüstüyü kavramaya çalışan bakış açısıdır. Bir duygunun, ilk algılandığı andaki yoğunluğuyla ya da aynı belirsiz, uçucu, dokunup geçen belirginsizliğiyle, aynı tiz ya da aynı kalın seslerle, zamanın birden durduğunu düşündürecek ya da yaşanan anın baş döndürücü bir hızla geri gittiği kanısını uyandıracak bir keskinlikle bir kez daha duyulması olası mıydı? Sorusuyla başlar ve ince duyarlılıklar müzik izleği eşliğinde irdelenir. Çoğulculuk, postmodern edebiyatın ana estetik ilkesidir. Tek ve mutlak olana yer olmayan postmodern düşüncede sayı tablosu bile “bir” ile değil, “iki” sayısı ile başlar. “Farklı türler, farklı kurgular ve biçemler, farklı gerçeklikler ve görüşler yan yana yer alarak aynı kurgu düzlemine taşınır. Bu nedenle postmodern eserlerde “tek bir konu, tek boyutlu kahraman anlayışı, tek bir anlatım biçimi, tek bir bakış açısı, tek bir kültüre ait motifler yerine çok yönlü ve değişik unsurları bir arada kullanma” söz konusudur. İşte bu yüzden Yaralar, Metinler, Esintiler adlı bölümlerle içindeki tüm sesleri, öykü diliyle anlatır. Zira postmodern yazarlar, alışılmış formlar yerine kaosun biçim/biçimsizliğini yansıtmayı hedeflerler. Eserleri okurların farklı yorumlarına “açık” hale getiren de bu özelliğidir. Postmodern anlayış, edebiyatı bir oyun olarak görür. Yazar, sanatsal yaratıcılığı odağa alarak hem içerik hem biçim düzleminde onunla oynar. Ben kendi açımdan, o kadar geriye gitmesek bile, bütün dünyada başlangıcından beri en yaygın yazınsal sanat dalı olduğunu düşündüğüm öykünün, her şeye karşın özgürlüğünü en başarılı biçimde savunan yazın dalı olduğuna, inanılmaz derecede zengin bir çeşitlilik gösterdiğine ve öykü yazarlarının her birinin kendilerine özgü hissedilebilir bir tarzları olmasa bile daha çok içgüdüsel bir şekilde yazıldığına inanıyorum. En azından kendim için söyleyebileceğim şey, bir öykü yazmak için masaya oturduğum zaman, yazarken olduğundan farklı olarak, kendimi anlık sezgilerime, heveslerime bırakmakta oluşumdur. Uğur Morkaya da bunu yapıyor. Genellikle kurmaca ve karakterlerden uzak duran tarzı ve dil kullanımındaki özgürce yaklaşımının anlatım, olay örgüsü, mekân ve ifade açısından yalın klasik öykü severlere hitap etmeyebileceği hususunda uyarı yapmakta da yarar var. Uğur Morkaya münferit tarzıyla, biçemi önemli gösteren, onun altını kalınca çizerek öykücülüğümüze yeni bir soluk getiriyor. Genç yazar, metnine içtenlikle yansıtabildiği düşünsel-yazınsal iç karmaşasıyla öykücülüğümüz adına parlak bir gelecek vaat ediyor. Bol okurlu hayırlı olsun.
İnternet sitemizden en verimli şekilde faydalanabilmeniz ve kullanıcı deneyiminizi geliştirebilmek için Cookie kullanıyoruz. Cookie kullanılmasını tercih etmezseniz tarayıcınızın ayarlarından Cookie’leri silebilir ya da engelleyebilirsiniz. Gizlilik politikamızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.