1951, Milano doğumlu Francesca Rigotti’nin 1999’da yayımlanan ve yıllar sonra (2012) Cenk Çokuslu tarafından çevirilerek Çiya Yayınları etiketiyle dilimize kazandırılan Mutfaktaki Felsefe (Mutfaktaki Usun Kısa Eleştirisi) kitabını okuyalı çok olmadı. Lugano’daki İsviçre İtalyan Üniversitesi’nde felsefe alanındaki akademik çalışmalarına devam etmekte olan yazar, kitabın giriş yazısında “Hem mutfak hem de felsefi deneme yazıları alanlarında uzun süre yaptığım çalışmalardan sonra, iki alanı karşılaştırmanın çok da tuhaf olmayacağı kanısına vardım.” diyerek ilk bakışta birbirinden çok uzakmış gibi görünen bu iki alanın pekâlâ birlikte düşünülebileceğini vurguluyor. “Bir tarafta, kadınların faaliyetleriyle ün salmış, ancak hayvanların kurban edilmesi görevi ve haute cuisine gibi durumlarda ‘soylu’ eril nitelikler taşıyan mekân, mutfak; diğer tarafta ise, çok ender de olsa ara sıra önemli dişi öğelerin akınına uğramış olan eril kavram, felsefe.” Ona göre, yemek pişirme sanatı aracılığıyla yiyecekler nasıl hazır hale getiriliyorsa felsefe aracılığıyla da düşünceler kavrulmaktadır. Rigotti, düşüncelerin dağınık söylemler ya da genellemeye dayalı aforizmalar olarak ayrıştırılması yerine, hepsinin bir araya getirilip harmanlanması, yoğurulması ve pişirilmesinde felsefenin çok büyük bir rol oynadığını, Wittgenstein’ın şu sözüyle açıklıyor: “Kuru üzüm bir kekin içindeki en lezzetli malzeme olabilir ama bir paket kuru üzüm kekin kendisinden daha lezzetli olamaz. Ayrıca bize bir paket kuru üzüm ikram eden kişi, bir pasta ya da daha güzel bir şey yapabilir anlamına da gelmez.”
“SÖZCÜKLER USUN GIDASIDIR”
İlerleyen sayfalarda Rigotti, “Alves, bilmek ve yemek yemek fiillerinin, sözcük ve yiyecek sözcüklerinin, aynı hamurdan yoğurulduğunu ve açlık adı verilen aynı annenin çocukları olduğunu söyler.” diyor ve “bilme iştahı, öğrenme açlığı, bilgi susuzluğu, bir kitabı silip süpürmek, bilgi çokluğunun hazımsızlığı, çok okumaktan midesi bulanmak, okumaya doymak, biraz Latince gevelemek, bir fikri harmanlamak, bir kavramı sindirmek” gibi deyimlerle “tatlı sözler, ekşi serzenişler, acı anekdotlar, lezzetli benzetmeler” gibi kullanımlara gündelik hayatta sıkça rastlanıldığından bahsediyor. Ona göre bütün bu söylemler “sözcükler usun gıdasıdır” anlamını içermekte; zira “Yemek yemek ve bilmek aynı şeydir.” Ardından ekliyor: “Okumak yemek yemek, yazmak da yemek yapmak gibidir: İşte yiyecekle ilgili benzetmelerin besin kaynağı olan imgeler bunlardır.”
FELSEFENİN KAYNAĞI
Felsefi Mutfak isimli bölümde, Rigotti bizi felsefenin başlangıç noktasına götürüyor ve (Batılı) Elea Okulu ile (Doğulu) İonya Okulu’ndan bahsediyor. Kısaca özetleyecek olursak Elea Okulu, öğretisini “birlik” kavramına, İonya Okulu ise “çokluk” kavramına dayandırmıştır. Eleacı düşünür Parmenides’e göre, “gerçek ancak kendi bütünlüğü içinde anlaşılır; varlık hem birlik hem de bütünlük ifade eder, bu yüzden doğup ölmeyen bir kavramdır.” Herakleitos adı ile bütünleşen İonya Okulu ise “gerçeğin birden fazla olduğunu ve zıt anlamları üzerine oturduğunu savunur.” Ve buna göre “Her şeyden bir, birden de her şey oluşur.” çıkarımına varılır. “Birlik” ve “çokluk” kavramları arasındaki ilişki yardımıyla da -içerik ve metodoloji yönüyle- felsefe oluşmaktadır.
Francesca Rigotti, kitap boyunca tabii ki yalnızca felsefe ve yemek arasındaki bağlantıyı irdelemiyor; felsefe ve etik ilişkisi gibi başka noktalara da temas ediyor. Örneğin “Kibir açgözlülükten, hiddet ve şehvet ise oburluktan türemiştir.” diyen Gregorius’tan söz ediyor ve onun “Karın neşelendiği zaman dil zincirlerinden boşanır. Beden kendini pisboğazlığa terk ettiği zamanlarda, gönül sebepsiz bir sevincin rüzgarlarına kaptırır kendini.” sözüne dikkat çekiyor.
FELSEFİ DİYET YA DA TARİHİ DEDİKODULAR
Ölçülü olmak, felsefi bir diyet (akıl diyeti) yapma gerekliliğinden ve bu diyetin hangi düşünürlerce nasıl tanımlandığı, sınırlandırıldığından da bahsediyor Rigotti. Söz gelimi John Milton, akıl diyetinin bağımsız yönetilmesini savunmuş ve olgun olan bireyin kendi zevki doğrultusunda hareket etmesinin önemini vurgulamıştır. Ona göre, “Tanrı insan vücudunun beslenmesine yarayacak gıdaları tüm kâinatta artırırken, ölçülü olmak şartıyla istediğinizi yiyin demiştir. Aynı biçimde zihinsel besin konusunda da seçimi bireylere bırakmıştır. Böylece olgunluğa ulaşmış her bireye seçimini en hoşlandığı lezzetler doğrultusunda yapma imkânı doğmuştur.” Locke’un diyeti bireysel damak zevki dikkate alınarak hazırlanmış bir perhizken, Kant’ınki hiçbir şeyin zevki beslememesi gerektiği yönündeki söylemi nedeniyle daha katı bir perhizdir. Wittgenstein ise felsefi diyet içeriğini olabildiğince çeşitlendirme taraftarıdır: “Felsefe bünyesinde rastladığımız hastalığın başlıca sebeplerinden biri tek taraflı beslenme alışkanlığıdır. Başka bir deyişle, düşüncelerimizi tek tür örneklerle besleme.” Fakat bu söylemine rağmen Rigotti’nin aktardığına göre, Wittgenstein tekdüze beslenmekteydi ve sadece yulaf gevreği yemek gibi saplantılı bir alışkanlığı vardı. Kitapta daha fazlasını bulacağınız “tarihi dedikodular”ın bazıları ise şöyle: Kant hardal ve tereyağına bayılırdı. Sofrasında saf aklın eleştirisini yapmak veya Fransa’daki ihtilal hakkında konuşmak yerine yiyeceklerden konuşurdu. Yemeğin nasıl hazırlandığını sorar, anlatılanlara bir şeyler ekler, yorumlar, gerekli gördüğü noktalarda yemeği hazırlayan kişiyi sert bir dille eleştirirdi. Sartre günde en az bir kez restoranda yemek yerdi. Hannah Arendt, yemeğe davet ettiği misafirlerinin onun sadece felsefi yapıtlarını övdüklerini ve sürekli onlardan konuştuklarını söyler, hiçbir zaman onu hazırladığı yemeğe gösterdiği özen için takdir etmediklerinden yakınıp dururdu. Bu anlamda hem öğretici, düşündürücü hem de keyifli bir kitap Mutfaktaki Felsefe. Ki bir başka yazının konusu olacaksa da Rigotti’nin Türkçeye çevirilmiş diğer kitabı Küçük Şeylerin Felsefesi’ni de rahatlıkla onunla aynı kefeye koyabiliriz.
Yazının sonuna gelirken, Francesca Rigotti’yi okuduğumuzda aklımızı kurcalayan, bizi iç muhasebeye sevk eden satırların düşündürdüklerini bir de ben dillendirmek istiyorum: Aralarında en ufak bir benzerlik olmadığına inandırıldığımız, bize/elimize yakıştığı için yapmamız veya yakışmadığı, komik göründüğü için uzak durmamız gerektiği söylenen alanlar/şeyler hakkında daha detaylı düşünmeli, ezberlediklerimizi gözden geçirmeliyiz. Bu peşin hükümler, gülünçlüğün yanı sıra öğrenme ve ilerlememizin önündeki kocaman birer engel de. Wittgenstein, Birinci Dünya Savaşı sırasında cephedeyken, en iyi düşündüğü ve çalıştığı zamanların patates soyduğu anlar olduğunu söylemiş. Spinoza da mercekleri bilerken felsefe yapıyormuş. Öyleyse?
KAYNAKÇA
Francesca Rigotti, Mutfaktaki Felsefe (Mutfaktaki Usun Kısa Eleştirisi), Çev. Cenk Çokuslu, Çiya Yayınları, İstanbul, 2012.